Bakara suresi 1 ve 5 ayetlerin tefsiri

Bakara, 2/1. Ayet 

الٓمٓ ۚ 

Elif. Lâm. Mîm. 

Bakara, 2/2. Ayet 

ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِۚۛ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ 

O kitap (Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir. 

Bakara, 2/3. Ayet 

اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۙ 

Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar. 

Bakara, 2/4. Ayet 

وَالَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَۚ وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَۜ 

Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar. 

Bakara, 2/5. Ayet 

اُو۬لٰٓئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ 

İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır. 

Kur'an-ı Kerim 

T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı

Bakara Suresi 1-5 ayetlerinin Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri:

"الـۤمۤ" Bulunduğu altı surenin hepsinde birer ayettir. "آلۤمۤصۤ" da bir ayettir. Fakat اۤلۤمۤرٰ "" bir ayet sayılmıyor. "الۤرٰ " da bulunduğu beş surenin hiç birinde ayet değildir. ""طٰسۤمۤ iki surede de birer ayettir. ""طٰسۤ ayet değildir. Fakat ""يٰسۤ ، طٰه birer ayet, ""حٰمۤ de hepsinde birer ayet, ""حٰمۤ عۤسۤقۤ iki ayet, ""كۤهٰيٰعۤصۤ bir ayettir. ""صۤ ، نۤ ، قۤ birer ayet değildirler. Ve bu saydıklarımız Kufeli alimlerin rivayetidir. Basralı alimler yirmi dokuz surede bulunan bu mukattaattan (Kur'an-ı Kerim'de sure başlarında bulunup isimleri ile okunan harfler) hiç birini bir ayet olarak saymamışlardır. Ayet meselesi kıyasi (genel kaideye tabi olan) değil, tevkifi (vahye tabi) bir ilim olduğundan, bu görüş ayrılığı kıraet şekilleri gibidir. Ve bu şekilde el-Bakara suresinin ihtilaf edilen ayetlerinden birincisi "الۤمۤ " dir.

Yazılışta bir kelime gibi yazıldığı halde okunuşta birer birer söyleme şekli ile "elif, lam, mim" diye üç kelime olarak okunuyor. Bu üç kelime manalı birer isimdirler. Delalet ettikleri manaları da müsemmaları (adlanmış) olan basit harflerdir. Bu harfler, kelimelerin maddesi olan ve huruf-i mucem (noktalı harfler), huruf-i mebani (sözün esasını teşkil eden harfler) ve heca harfleri diye adlandırılan tek seslerdir ki "...ا ، ب ، ت " gibi nakışlar bunların hat (yazı) denilen alametleridir. O isimler, aslında bu seslerin olduğu halde, bu nakışlara da denilir. Her isim, başındaki ilk sesin veya nakşın adı, her nakış da bizzat o seslerin bir çeşit resmidir. Arapça'da gerçek mahrec (harfin çıkış yerin)e dayalı esas olarak yirmi sekiz harf ve bunların yirmi sekiz de ismi ve basit nakşı vardır. Bunlardan başka bir de mukadder mahrece dayalı olup bizzat okunamayan tebai (diğer harflere uyan) bir harf daha vardır ki buna da "Lam elif" denilir. Ve çoğunlukla elif ismi buna verildiğinden diğerine hemze denilir. Lam elif uymakla okunan bir med (uzatma) harfidir. Kendinden önceki harfin üç harekesine uymasından dolayı üç durumu bulunduğundan med harfleri "vav, ya, elif" müstear (eğreti) isimleri ile üç olarak gösterilir. Bundan dolayı esas ve tabi olmakla harflerin adlandırılanları, gerçekten yirmi dokuz ve hükmen otuz bir olarak itibar edilir. Yirmi dokuzuncusu ancak terkipte okunabildiğinden لا "lam elif" ile gösterilir ki otuz bir sayısını da gösterir.

Harflerin bu tek başına olma ve basitlik durumları, elif, ba ta... diye bir bir sayılarak anlatılır ve ا ، ب ، ت diye kesik kesik olarak yazılır. Bunun ismi elifba'dır. Aksine kelimelerde olduğu gibi terkip durumları anlatılacağı zaman ""اَبْجَدْ şeklinde yazılır ve kendi basit sesleri ile okunur.

Halbuki «الۤمۤ» ebced gibi yazıldığı halde elifba gibi okunur. Demek ki ikisinin de değerinin birleştirilmesi hece harflerinin daha mükemmel bir adı gibidir. Okunuşuna göre manası apaçıktır. Fakat yazılışına göre "ebced" gibi manasız ve anlamsız bir kelime görünür. Gerçi yazılış, elifba gibi okunmayıp, ebced gibi okunsa idi اَلَمْ ، اَلَمَّ ، اِلَمَّ v.s. muhtemel şekilleri ile anlamlı bir kelime meydana getirecekti. Fakat böyle yazıldığı halde elifba gibi okunması, bundan bir anlam çıkarmayı zorlaştırmaktadır. Bu iki değerin böyle birleşmesinden bir bakışta anlaşılır ki, burada biri görünen, biri gizli iki anlam düşünülmüştür. Acaba asıl istenen hangisidir? İşte büyük tefsirciler bu iki görüş açısından hareket ederek bir kısmı surelerin başında bulunan ve kesik kesik okunan harflerin kasdedilen manasının belli olabileceğini, bir kısmı da olamayacağını söylemişlerdir.

Manasının belli olduğu veya belli olmasının mümkün olduğu görüşünde olanlar başlıca iki grup teşkil ediyorlar.

1. Bu isimlerin manaları bellidir. Bunları konuşmanın başında birer birer söylemekten maksat, bütün elifba harflerini elifba veya ebced itibarlarıyla seçmek ve bunlardan oluşan kelimelere ve söze dikkat çekmektir ki bu seçme ve uyarmadan sonra işte kitap demek dilin esas maddesini göstererek bir meydan okumayı ilan etmek ve Kur'an'ın i'cazına işaret etmek olduğunu açıklamışlardır. Ve bu gruptaki alimlerin çoğu, bu üç harfin toplamının bu sureye veya Kur'an'a bir isim olmasını da tercih etmişlerdir.

2. Kasdedilen manasının üç kelimede değil, müsemmalarında yani terkip itibarında ve başka bir ifade ile yazı itibarında aranmak lazım geleceğini ve bunların işaret ettikleri bir mana bulunduğunu ve Arap dilinde bunun benzerleri bulunabildiğini söyleyenler vardır. Bu da başlıca iki esasta özetlenir:

Birincisi: Kısa kesmek ve kısaltma yoludur ki şairin قُلْتُ لَهَا قِف۪ى فَقَالَتْ قَافْ "O kadına dur dedim. O dedi ki kaaf" mısraında olduğu gibi وَقَفْتُ (vekaftü = durdum) kelimesinden kaaf harfiyle yetinmesi; yazıdaki örneği de mesela اَحْمَد "Ahmed" yerinde bir ا "" (elif) yazılması bu türdendir. Ve bu şekilde elifba harflerinin her biri başından, sonundan ve ortasından bir veya birkaç isme sembol olabilir. Gerçekten الر ، حم ، ن biraraya getirildiği zaman "er-Rahman" isminin meydana geldiği görülüyor. Diğerlerinde halledilememekle beraber böyle Allah'ın isimlerine veya diğer şeylere tahlili (çözümsel) veya terkibi (bileşimli) semboller mümkün bulunuyor.

İkincisi: Ebcedin hesap yolu ve şifre usulüdür.

3. Dış ve iç iki kıymetin ikisini de düşünmek lazımdır. Ve kasdedilen manayı aramak için bu yolların, bu manaların hepsini birleştirmek; akıl yolu ve doğal ihtimalleri ile daha ileri gitmek gerekir. Bunda ise, müteşabih (birbirine benzeyen) manalar olur. Maksadı belirlemek mümkün olamaz.

الۤمۤ Sanki el-ma'lumü'l-mechul (bilinmeyen bilinen) terkibi gibi bir anlam ifade eder. Ve bu mana, hakikat ve Allah'ın isimlerine kadar gider. Ve bu tefsirin özeti اَللّٰهُ اَعْلَمُ "Allah daha iyi bilendir." manası ile biter ki, bu da bize insan ilminin başında daima mahiyetine erilmez bir başlangıcın varlığını öğretir.

Gerçekten hem dirayet açısından ve hem rivayet açısından bu görüş açılarının hiç birini feda etmeye imkan yoktur. Çünkü surelerin başındaki mukattaa harflerin okunuşu ve genel durumlarındaki ilişkiler, ilk görüş açısı hakkında pek büyük bir karine teşkil etmektedir. Elifba gibi okunan, surelerin başındaki mukattaa harfleri, ilk önce elifba harflerinin yirmi dokuz sayısına eşit olarak yirmi dokuz surede bulunur. İkinci olarak yirmi sekiz ismin tam yarısı bulunan on dört harf ismi الف ، لام ، صاد ، راء ، كاف ، هاء ، ياء ، عين ، طاء ، سين ، حاء ، نون ، قاف seçilmiş ve o şekilde seçilmiş ki, bu yarım, bütün harflerin sıfat itibariyle çeşitli taksimlerindeki kısım ve çeşitlerinden her birinin yarısını ve en önemlilerinden bazılarını ihtiva ettiğinden; zikredilmeyen diğer yarısı, tam ve eksiksiz olarak temsil edilerek harflerin hepsini esas lehçesi ile, tecvidi ile göstermiş bulunuyor ki, Kadi Beydavi tefsirinde (el-Beydavi, a.g.e.,I,14) de açıklanmış olan bu kullanımların etraflıca anlatılmasından vazgeçiyoruz.

Üçüncü olarak; alınan bu harfler, tek ve birleşik olarak surelere öyle dağıtılmış ki, bunda dilin Sarf ve Nahiv itibarı ile esas bölünüşlerine büyük bir ilgisi vardır.

Kelimenin üç kısmı, birliden beşliye kadar kelimelerin esas yapıları, mücerred (yalın) ve mezide (artırılmış) bölünmesi, artırılmış kipinin yedi harfi geçemiyeceği, dörtlü ve beşlide asıl ve mülhak (katma)a bölünmesi ve daha bazı tali çeşitleri bunlardan okunabilir. Arapların şiir ve belağatı pek yüksek bir derecede bulunmasına rağmen dilin tecvid, iştikak (türeme), sarf (sentaks), nahiv ve diğerleri gibi ilimleri henüz meydana gelmemiş ve okuyup yazanlarda bile dil ile ilgili kuralların nazariyatıyla ilgili bilgiler yerleşmemiş bulunduğu bir zamanda okuma-yazma bilmeyen bir peygamberin tebliği ile ilmi inceliklere ait sunulan ve daha sonra dil kurallarının tesbiti esnasında büyük bir rehber olduğu da kaydedilmeğe değer bulunan ve çeşitli şekilleri ile i'cazın sırrını içine alan bu kadar güzel tasarrufların delalet ve iradeden uzak sanılması nasıl kabul edilebilir? Aynı zamanda şu da inkar edilemez ki, bu kadar yüksek bir delalet ve iradenin dış görünüşünden başka hedefi yoktur demek de aynı karinelerle uzlaştırılamadığı gibi, bunlardaki delalet yönlerinden bir çoğunu ihmal etmek demektir. Bundan dolayı esas kasdedilen mana, açık ve gizli elifba ve ebced görüş açılarının toplamındadır. Lafzi delaletinden, akli delalete ve oradan tabii ve zevki delalete geçerek varlık zamanlarının hepsini gözden geçirerek ve hiç birinde durmayıp varlığın esasının yaratma sırrına, ilk başlangıç noktasına kadar gitmek ve bu şekilde metafiziği (fizikötesini), gayb alemini bir anda tetkik edip ilim içinde cahillik ve acizliği itiraf ettikten sonra tam iman ile ilahi irşadı beklemek; işte müteşabihler denilen surelerin başındaki mukattaat harfleriyle hitabın faydası, din bilgisi çok geniş olan alimlerin imtihanı olan bu sonsuz manada meydana çıkıp görünüyor.

İnsanlığın gerçeği, idrak ve anladığını tebliğ etmektedir ki biz buna mantık ve dil diyoruz. İdrak bizzat manalarla, anladığını bildirmek de kelimeler ile, kelimeler ise sesler ile meydana gelir. Demek ki sesler, kelimeler ve manalar dilin esaslarıdır. Yazmak ise dilin dili demektir. Ve bu sebeple dil ve yazı insanlıkta ilmi ve pratik ilerlemelerin esas dayanağıdır. Ve herkes bilir ki elifba harfleri denilen tek ve basit seslere bütün dillerin maddesi, bunların hat şekilleri de yazının hakiki, sağlam temelidir. Bunun için bir dilin elifbası ne kadar sağlam ve düzenli, telaffuzu ve lehçesi ne kadar açık ve ince, çekim ve birleşme kuralları ne kadar sağlam ve ilmi, delalet yönleri ve anlatımı ne kadar geniş, derin ve tabii, imlası da ne kadar sabit ve düzgün ise, o dil o ölçüde yüksek ve o ölçüde olgundur. Bundan dolayı ta başlangıcında okuma ve yazmaya teşvik emri ile inmeye başlayan yüce Kur'an'ın, Fatiha ile duyguları uyandırdıktan sonra dilin maddesi olan elifba harflerinden başlaması ve başlarken İslam dinine gelinceye kadar İslam'dan önceki dinlerin sonuncusu olan Hıristiyanlığın üçlü ilah sapıklığını parçalarcasına gerçek bir Allah'tan ve itibari bir olan ikiyi, başka bir deyişle Allah'ın varlığından ruh ve cisim ikiliğini bir bakışta fark ettiren <الۤمۤ> yazılış şekli ile Allah ve kainat ilgisini açıktan ilham etmesi ve bundan başka Yahudiliğin ismi söylenmez diye tanıdığı en büyük mabudun ism-i a'zamına da işaret etmiş olması ve daha söylerken kalbin en derin kısmından dudağın ucuna kadar bütün harflerin tüm mahreçlerine uygun üç mahreçten özel tertib ile çıkarak insana kendini tarttırıp tanıtacak olan "elif, lam, mim" harflerini düşündüre düşündüre okutması ve bu arada Ruvakiye felsefecilerinin elifba delili olarak ifade edilen Allah'ı isbatlama deliline de işaret etmiş bulunması ve bu delalat (kılavuzluklar) ve imalardan sonra da insanın akıl ve fikrini; dil sırrı içinde seslerden kelimelere, kelimelerden manalara, manalardan eşyaya, eşyadan yaratma sırrına ve varlığın başlangıcına ve Allah'ın ilmine kadar götürmesi, bu yüce kitabın başlangıçtan sonuca kadar insanlığa yol göstermeyi üzerine aldığını büyük bir belağatle ifade etmektedir.

Ey düşünür! <الۤمۤ> sembolüne bak ve harflerin çıkış yerlerine riayet ederek "elif, lam, mim" diye oku, okurken kendini bir tart, ruhundan bedenine, içinden dışına, göğsünden dudaklarına doğru yokken var olarak çıkıp gelen o sesleri de iyice bir dinle, bu sırada bir elifba, ebced okurcasına bütün elifba harflerini şekilleriyle hayalinden geçir ve düşün. Aslında hiçbir manası olmayan bu tek ve basit seslerden, sayılamayacak kadar manayı taşıyan kelimelerin ve bu kelimelerden sözlerin ve bu sözlerden kainatı anlatan yüce kitapların meydana gelme şekillerinde nasıl bir kudret ve nasıl bir yaratılış sırrı gizli olduğunu düşün. O zaman anlarsın ki kainatta her mana, her feyiz (nimet), her ilerleme, her olgunluk, her ümit bir sosyal düzene, hem de layık olduğu konumu ile bir sosyal düzene borçludur. Kendi kendine hiçbir manası, hiçbir kuvveti, hiçbir belirtisi olmayan basit maddelerin tek tek parçaları, layık oldukları bir sosyal düzeni buldukları zaman onlardan kimyalar, hikmetler, şekiller, hayatlar fışkırarak şu gözümüzün önündeki görülen kainat meydana geliyor.

Aynı şekilde kendi kendine hiçbir manası, hiçbir kuvveti görünmeyen insan fertleri de, yerli yerinde mükemmel bir sosyal düzeni elde ettikleri zaman, onlardan dünyaları büyüleyen sosyal kurullar, milletler ve devletler meydana gelir. Taş ve ağaç kovuğundan çıkamayan o kişiler yer küresinin bir ucundan diğer ucuna gidip gelmekle kalmayıp göklerde bile fetihler yaparak ve kainata hak ve adalet saçarak mutluluğa gark olurlar. İşte elifbanın o basit ve manasız harflerine, o sonsuz manaları feyizlendiren düzen ve sosyal konum, sana kainatın yaratılış sırrını baştan mütalaa ettirecek bir hidayet anahtarıdır. Düşün ve düşün bu basit şeyler nereden geldi ve bunlara o sosyal düzeni kim ve nasıl verdi? Sen seslerden kelimeyi, kelimelerden manaları, manalardan eşyayı okuyup görebiliyorsan böyle yokluğun var, anlamsızın anlamlı olabilmesi, ayrı ve dağınık şeylerin birleşip bir bütün meydana getirebilmeleri, bütün bunlar üzerinde ezelden ebede kadar hakim ve her şeyi kuşatan bir kudret-i vahdaniyenin delili ve tanığı olduğunda tereddüd edebilir misin? Hayır edemezsin ve etmek için kendinde hiçbir hak göremezsin. O halde sen başka şeye bakmamalısın. O cömertlik kaynağından kendin için de sağlam ve doğru bir sosyal düzen aramalısın. İçin ve dışınla ona teslim olmalısın ki, istediğin hidayet ve mutluluğu bulasın. Düşün yalnız o düzeni ve o düzenin olaylarının hareketini düşün ve bütün bunları, herşeyi kuşatan o tek Allah'ın cömertlik kaynağına ermek için düşün. Fakat sakın O'nun hakikatına (mahiyetine) ereceğim, O'nu ve O'nun ilim ve kudretini kuşatacağım diye uğraşma. O noktaya geldiğin zaman acizlik ve bilgisizliğini itiraf et. İtiraf et de "الۤمۤ " oku, "Allah daha iyi bilir," de. مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ "Seni, sana yakışır bir şekilde tanıyamadık." diye O'na yalvar. O zaman sende ne şüphe kalır, ne sıkıntı ne buhran (ruhi bunalım) kalır, ne kuşku.

Bu açıklamalardan sonra anlaşılır ki bu konuda Abdullah b. Abbas Hazretlerinden rivayet edilen haberler içinde " الۤـۤم: اَنَا اللّٰهُ اَعْلَمُ " "Elif lam mim: Ben Allah'ım, bilirim."( Mesanid, II,193) demektir şeklindeki te'vil (yorum) veya tefsir, yalnız sembolik mana olarak değil, aynı zamanda hitabın faydasının özeti olmak itibariyle de ne güzeldir. Şu kadar ki bu mana başlangıcında değil, düşüncenin sonunda verilmelidir. "Her kitapta Allah'ın bir sırrı vardır. Kur'an'daki sırrı da surelerin başıdır." Mealinde Hazreti Ebu Bekir'den rivayet edilen ve "Her kitabın bir özeti vardır. Bu kitabın özeti de heca harfleridir." diye Hazreti Ali'den rivayet edilen ünlü açıklaması da meal bakımından öbüründen başka değildir. Hatta Hazreti Ali'den rivayet edilen كۤهٰيٰعۤصۤ ، حٰمۤ عۤسۤقۤ "Allah'ın isimlerindendir." sözü de bu cümlelerden ayrı bir mana değildir. Ve hepsini kapsadığı için surelerin başındaki mukattaa harfleri müteşabihattandır.

Müteşabihat denildiği zaman manasız tam bir kapalılık iddia edildiğini zannetmek büyük bir yanlış meydana getirir. Müteşabihler manasız ve boş söz değil, manalarının çokluğundan dolayı belirli bir maksat tayini mümkün görünmeyen ve daha doğrusu ifade ettiği kapsamlı hakikatleri insan zihninin yüklenemeyeceğinden dolayı kapalı görünen bir anlatıştır. Bu öyle bir beyandır ki, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, temsil, tahkik, zahir, hafi gibi beyanın bütün şekillerini içine alır. Bunun için yukarda buna "el-ma'lumü'l-mechul = bilinmeyen bilinen" tabirini arzetmiştik. Zaten sözde kapalılık, yerine göre en büyük belağat şekillerinden birini meydana getirir. Her şahıs her manaya muhatap olamayacağı gibi, Allah'ın bütün ilminin anlatma ve bildirmesine umumiyetle insanlığın kudreti de dayanamaz. Peygamberlerin ilimleri bile Allah'ın ilmine eşit olamaz. وَقُلْ رَبِّ زِدْن۪ى عِلْمًا "Rabbim, ilmimi artır de." (Taha, 20/114). Bu gerçek de fasl-ı hitap (güzel konuşma) olarak ancak «الۤمۤ» gibi bir ifade ile anlatılabilir. En bilgili insanların bilmedikleri ve bilemeyecekleri neler vardır? Bilginler derler ki ilmin başı hayrettir. Bu itibarla da Kur'an'ın başında irşad ve hidayetin başlangıcında böyle hayret veren bir tebliğin yeterli bir büyüleyici gücü vardır.

Kur'an ayetleri başlangıçta indikçe Hazreti Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bunları insanlara okur, tebliğ ederdi. Fakat buna karşı koymaktan aciz kalan kafirler لاَ تَسْمَعُوا لِهٰذَا الْقُرْاٰنِ وَالْغَوْا ف۪يهِ لَعَلَّكُمْ تَغْلِبُونَ "Sakın bu Kur'an'ı dinlemeyiniz, okundukça onun hakkında gürültü ediniz. Belki böylece ona galip gelirsiniz." (Fussılet, 41/26) derlerdi ki hala etkili ve ciddi sözler karşısında böyle yapmak kafirlerin huyudur. Razi ve diğer tefsircilerin tefsirlerinde İbn Revme ve Kutrub'dan rivayet olunduğuna göre surelerin başında bulunan mukattaa harfleri indikten sonra okunduğu zaman dikkat ve şaşkınlıklarını celbettiğinden o kafirler de dinlemeye meyletmekten kurtulamamışlar ve gürültüden vazgeçerek Kur'an'dan faydalanmışlardır ki, bu kıssanın, bunların özellikle bir nüzul sebebi olarak kaydedilmesi gerekir (Fahru'r-Razi, a.g.e., II,6).

Başta hayreti celbetmek önemli fayda sağlayacağı için Fatiha'nın başında bulunması gerekmez miydi? diye bir soru akla gelir. Fakat şunu bilmek gerekir ki, ilk anlayış, hayretten önce gelir. Ve Kur'an'ın gayesi de ilk önce ve bizzat ilim ve hidayete yöneliktir. Fatiha « الۤمۤ » ile başlasaydı bu iki önemli gaye elden kaçırılırdı. Ve hatta Fatiha'daki açıklığı ile tevhid başlangıcı üzerinde anlaşma ve sözleşme yapılmadan önce bu şekil, faydalı olmaktan çok zararlı olurdu.

Bu nakledilenlerle beraber sure başlarındaki bu mukattaa harflerinin bulundukları sureye de bir isim gibi delalet etmelerine hiçbir engelin düşünülmemesi gerekir. Nitekim اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ " "ın muhkem manası surenin de ismi olmasına engel olmamıştır.

İ'rab: "Elif, lam, mim" isimleri, önce dış görünüşleri ile harfleri birer birer söyleme yerinde bulunduklarından i'rabları yoktur. Çünkü birer birer sayılan kelimeler, başlangıç cümlesi gibi i'rabsızdır. Bununla beraber aralarında mübteda haber olmaları düşünüldüğü gibi, tamamı bir isim veya isim yerinde düşünülerek, "bu elif lam mimdir" mealinde, hazfedilmiş bir mübtedanın haberi veya oku, dinle, belle, yahut yemin ederim gibi hazfedilen bir fiilin sarih veya gayri sarih mef'uli bihi olması ve nihayet tamamının mübteda ve ذٰلِكَ الْكِتَابُ cümlesinin haber yapılması da düşünülebilir. Bu arada nasb i'rabı bu harflere dikkati çekmek açısından daha beliğdir. Ve bunda yemin manasını göz önünde bulundurmak daha kuvvetlidir. Şu kadar ki bunu hepsinde genelleştirme taraftarı değiliz. Bu açıklamadan sonra özellikle şu hususa dikkat çekmek isteriz:

الۤمۤ "Elif, lam, mim" isimlerinin müsemmaları olan heca harflerinin seslerine delalet ettiğinden, lugat açısından şüphe edilecek bir taraf yoktur. Fakat bu sesler, mutlak sesler midir? Yoksa bir ahdi ve bir özelliği içeren belirli sesler midir? Bunu düşünmek gerekir. Bu nazmın güzelliği, başlangıçta bir gariplikle tecelli ederken, bu seslerde bir yemin, bir özellik hissetmemek de mümkün olmuyor. İlk önce elif lam, harf-i tarif manasını anlatmaktan hali kalmaz.

İkinci olarak mim de Arap dilinin bazı lehçesinde lam yerine belirtme edatıdır. اَمِنَ امْبِرِّ امْصِيَامُ فِى امْسَفَرٍ؟ "Yolculukta oruç tutmak sevap mıdır?" sorusuna karşıلَيْسَ مِنَ امْبِرِّ امْصِيَامُ فِى امْسَفَرٍ "Yolculukta oruç tutmak sevap değildir." hadisinin لَيْسَ مِنَ الْبِرِّ الصِّيَامُ فِى السَّفَرِ (Buhari, Savm, 36; Müslim, Sıyam, 92; Ebu Davud, Savm, 43; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 435) demek olduğu bellidir. Bundan dolayı bu seslerin genel olarak heca harfleri sesleri değil, güzel bir gariplik içinde, özel bir şekilde bilinen ve belli olan birtakım sesler olması hemen akla gelir. Ve bunları belirlemenin karinesi de vardır. «ذٰلِكَ» den ta يَآ اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا nidasına kadar bu surenin başındaki hitabın ilk önce ve bizzat Resulullah'a yönelik olması ve bir de vahyin inme şekli ile ilgili hadisler göz önünde bulundurulunca diyebileceğiz ki, bu sesler Kur'an inerken Hazreti Muhammed'in kulağında bir özellik ile çınlayan, şekillerini ve manalarını Hazreti Muhammed'in kalbinde yerleştiren ve tesbit eden vahiy sesleridir. Harfler ve kelimelerin alışılmış olan ortaya çıkma şekillerinden büsbütün başka bir olağanüstü özellik ile tecelli eden o ilahi sesler, yalnız Resulullah'ın duyması ve hissetmesi olduğundan, hissedilenin durumları ve ayrıntıları da ancak onun tarafından bilinir. «الۤمۤ» Kur'an nazmını Hazreti Muhammed'in kalbine indiren o olağanüstü seslerin, yalnız Peygamber tarafından belli olan ayırıcı vasıflarını bildiren cins isimleri demek olur. Ve bundan dolayı Kur'an'ın veya surenin bir ismi olması rivayeti, bu görüş açısından çok faydalı ve uygundur. O halde manayı dinleyelim:

"الۤمۤ " Allah daha iyi bilir ey Muhammed! "Elif, lam, mim" denilince senin derhal anlayacağın o olağanüstü sesler, zaman zaman çan sesi gibi o "lam" "mim" ğunneleri ile kulaklarında çınlayan vahiy sesleri, belirmeleri insanlar arasında ancak sende görünmeye başlayan ve fakat diğer insanlarca da elifba ve ebced gibi cinsleri ile düşünülebilen o harfler ve kelimeler ve onların manaları, özetle o isim veya isimler yok mu? " ذٰلِكَ" işte o sesler ve o seslere verilen güzel düzen ile sana ve senin kalbine Allah tarafından indirilmekte olan o "الۤمۤ" o mucizeli nazım ve mana yani o Kur'an'dır ancak اَلْكِتابُ tam kitap, yegane kitap denilmesine layık olan o hak ve hükümlerin kesin delili, yahut اِنَّا سَنُلْق۪ي عَلَيْكَ قَوْلاً ثَق۪يلاً "Doğrusu biz sana, sorumluluğu ağır bir söz vahyedeceğiz." (Müzzemmil, 73/5) ayeti ile vaad edilen o ağır ve büyük Allah kelamı ki, ondan sonra "el-Kitab" denilince Allah'ın yalnız bu kitabı anlaşılacak ve bunun yanında diğerlerine kitap denilmesi caiz olmayacaktır. Bunun içindir ki müslümanlar arasında kitap denilince ancak Kur'an anlaşılır. Hatta Peygamberin hadislerine bile kitap denilmez de sünnet denilir. Şu halde burada kitabın tanıtılması şu olur: Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimize indirilmiş olup her bir suresi i'caz ifade eden ve ondan bize tevatür yoluyla nakledilmiş ve o şekilde mushaflarda yazılı bulunan beliğ (düzgün ve sanatlı) nazım ki hem tamamına, hem bir kısmına denilir. Yani bütünü ve hepsi arasında ortaktır. Şeriata göre bu şekilde tarif edilmiş olan kitap, asıl lugatta كَتْب ve كِتَابَةٌ (ketb ve kitabet) gibi bir ekleme ve toplama manasını kapsamış olarak, harfleri birbirine eklemek yani yazmak manasına masdar iken örfte mektup (yazılmış) manasına isim olmuştur. Kitabet (yazmak) ve kitap aslında yazıya ait nazımdadır. Bununla beraber ibare dediğimiz lafza ait nazma da denilir. Birincisinde kitap, bir yere yazılmış olan yazının tamamı; ikincisinde ise yazılan yazı ile anlatılan ibare (metin) demektir. "Falan kitap benim kütüphanemde var." dediğimiz zaman birincisini, "Falan kitap ezberimdedir." dediğimiz zaman da ikinciyi söylemiş oluruz. Şüphe yok ki bunların hepsinin altında manaya delalet önemlidir. Ve her kitaptan kasd edilen o mananın anlaşılmasıdır. Fakat sadece manaya -kelam (söz) denilebilirse de- kitap denilmesi herkesçe bilinmiyor.

Kitabın mahiyeti, o manaya delalet eden nazım ve nihayet nazım ve mananın toplamıdır. Bundan dolayı bu indirilmiş kelama kıraet açısından Kur'an, tasarıda veya gerçekte yazılması açısından kitap denildiği zaman, nazm ve mana beraber kasdedilmek ve daha doğrusu manaya delalet eden sözlü veya hatla ilgili nazmı tasarlamak zorunlu bulunduğundan, yalnız manaya Kur'an veya kitap denilemeyeceği kolaylıkla anlaşılır. Çünkü mana ne okunur, ne yazılır. Okunan sözlü nazm, yazılan da hatla ilgili nazmdır. Sırf mefhum olan mana ile zihinde kasdolunan lafızların şekillerini, kelam-ı nefsiyi (içte bulunan sözü) birbirinden ayıramayanlar, kitabı sadece manadan ibaret imiş gibi sanabilirler. Fakat mesele ilim ve fen ve özellikle psikoloji gözüyle etraflıca incelendiği zaman mükemmel, güzel, sağlam denilebilen fikir ve manaların, lafız şekilleri ile öyle derin bir kenetlenmesi ve bağlanması görülür ki, dil dediğimiz o lafzi şekilleri alıverecek olursanız fikirde, manada hiçbir sağlamlık ve mükemmellik bulamazsınız. O yüksek mana ve fikirlerden bir iz göremezsiniz. Yani nazm, yalnız başkasına değil, düşünürün kendi kendisine bile manayı anlatma ve birbirinden ayırmada önemli bir vasıtadır. Zaten böyle olmasa idi dil ve yazının düşünce ile ilgili manevi ilerlemelerde büyük bir önemi kalmazdı. Bunun için lafza ve hatta (yazıya) ait nazm, ikisi birden kaldırılmak suretiyle yalnız manadan ibaret bir kitap, bir Kur'an tasarlamak mümkün değildir. Yine bunun içindir ki yüce Allah, meleklere karşı Adem'e verdiği ayrıcalığı, sade manaları öğretmek ile değil, belki isimleri öğretmek ile vermiştir. Peygamberimize indirilmiş olan da Kur'an'ın yalnız manası değil, hem nazmı (lafzı) ve hem manasıdır.

Bunda şüphe etmemeli ve asla kötü zanna düşmemelidir. Çünkü bu لاَ رَيْبَ ف۪يهِ dir. Aslında her türlü şüpheden uzak ve her töhmetten uzak kılınmıştır. Kitaplar içinde hak "kendisinde şüphe olmayan" Allah'ın kitabı olduğu bunun kadar kesinlik ve şüphesizlik ile bilinen ve doğru yolu bunun kadar gösteren hiçbir kitap yoktur. Bunun ne vahyinin niteliği ve inmesinde bir şüphe, ne de tebliğinde bir töhmet vardır. Ey yüce Peygamber! Hıra mağarasından beri Ruh-i emin Cebrailin getirmekte olduğu o vahiy seslerini sen tam müşahede ile dinleyip biliyorsun, senin doğruluğun ve güvenilirliğin de denenmiş ve herkesçe bilinir. Sonra bu kitabın i'cazına da söz yoktur. Zaten kesin ilmin kaynağı da önce tam müşahede (gözlem) ve yeterli tecrübe; ikinci olarak bizzat bu görme ve tecrübeye imkan bulunmayan yerlerde doğru haber ve tarihin şahitliği; üçüncü olarak aklın güzel bir delile dayanarak netice çıkarması değil midir? Bundan dolayı Hakk'ın indirdiği, hakkın şiarı, doğru haber veren, maksadı yalnız iyilik ve insanlığın mutluluğu olan bu kitapta şüpheye izin verecek ne bir cehalet ve gaflet, ne de bir kötü niyet ve bozuk maksadın tasavvuruna imkan yoktur.

Gözlem ve tecrübeye eremeyenler için de sonsuza kadar delalet, i'caz ile hüsn-i istidlal (bir delile dayanarak güzel netice çıkarma) yolu açıktır. Allah Teala bu kitap ile bunu da üzerine almıştır. Bunun kemalinde, doğruluğunda ahlaki oluşunda, Allah'a ait olmasında şüpheye düşecek olanlar iki sınıftan biri olurlar. Bunlar ya bilmemekle beraber bilmediğini de bilmemeğe boyanmış, özel gayelerinden başka hiçbir şeye değer verme duygusu kalmamış olan kalpleri mühürlenmiş inatçı kafirlerdir veya tam cahilliğe inanmış, her hususta şek ve şüphe ruhlarını kaplamış, hakkı anlamaya, ilim ve sağlam bilgiye, güzel ahlaka erdirecek basiret nurları sönmüş, münafıklığı, kötü zannı şiar edinmiş şüphecilerdir. Artık bunların şüpheleri, kuşkuları da tamamen anlamsız, hükümsüz ve haksızdır. Bu kafirlerin, münafıkların durumlarını da yakında görürsünüz.

Rayb (şüphe), aslında nefse bir ızdırap, bir kuşku vermek manasına masdar iken, lügat örfünde bu ızdıraba başlıca bir sebep olan şek ve şüphe manasında kullanılması üstün gelmiştir. Yani rayb, şüpheye yakın ve fazla olarak kötü zan gibi bir töhmet manasını da kapsar. Fakat asıl manası şüphe ve kuşku, yani kuşkulu şüphedir. Yalnız "şüphe" kelimesini de bu manada kullanırız. Burada rayb bütün cinsi ile olumsuz kılındığından ilmi şüphe ve ahlaki şüphe diye birbirinden ayrılabilecek olan şüphe ve suçlama durumlarının ikisi de kaldırılmış ve iki yönden kesin olarak isbatlamakla kitabın mükemmelliği açıklanmıştır.

لاَ رَيْبَ ف۪يهِ"zalike"nin ikinci haberi olabilirse de başlı başına bir cümle olması daha seçkin ve mukadder (sözün gelişinden anlaşılan) bir soruyu düşünmekle bir başlangıç cümlesi olması ise daha beliğdir. Tek bir kişinin bütün insanlık alemi ile ve özellikle bozuk niyetlerle dolu, çok zalim ve cahil olan bir insanlık alemi ile mücadelesi demek olan peygamberlik vazifesi açısından yüce Peygamber: "Ey Rabbim! Şüphe ve şirk içinde yüzen şu insan yığını benim karşıma çıkıp da: 'Bu kitabın Allah'ın gerçek sözü olduğu ve sana Allah tarafından vahiy yoluyla indirildiği ne malum? Bu senin sözün, şairler, yazarlar, müellifler gibi sen de bunu kendin tasarlıyorsun ve fazladan olarak bir de Allah'a isnad ve iftira ediyorsun' diye iftira yapmaya kalkışacak olurlarsa ben ne yaparım?" diyebilirdi. İşte yüce Allah böyle bir soruya meydan bırakmamak için: "Bu konuda hiçbir şekilde şüphelenmeye yer yoktur." diye açık olarak mutlak güvence bağışlamıştır ki bunda Resulullah'ın ruhunun, vahyi gerek kabul etmede ve gerek tebliğ etmede sözünde duran emin bir kişi olduğunu kaydetmek ve ilan etmek vardır. Ve bu şekilde kitabın kendisinde hiçbir şüphe olmadığını kaydetmek, kitabı tebliğ eden Muhammed el-Emin'in kendisinde de hiçbir şüphe bulunmadığının tescilidir.

Yakında وَاِنْ كُنْتُمْ ف۪ى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا "Kulumuz Muhammed'e indirdiğimizden şüphe ediyorsanız." (Bakara, 2/23) ayeti ve daha ileride فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰي عَلَي اللّٰهِ كَذِبًا اَوْ قَالَ اُوحِيَ اِلَيَّ وَلَمْ يُوحَ اِلَيْهِ شَىْءٌ "Allah'a yalan uyduran veya kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı halde; 'Bana vahyolundu,'diyen ve 'Allah'ın indirdiği gibi bir kitap da ben indireceğim,' diye iddia edenden daha zalim kim olabilir?" (En'am, 6/93) gibi ayetler ile Kur'an bu noktaları tafsilatıyle savunacak ve isbat edecektir.

Bu başlangıca Kelam ve Felsefe ilmi açısından baktığımız zaman her şeyden önce şüphe ve yakin meselesine yani ilim ve marifet (bilgi) teorisinin mahiyetine işaret edilmiş ve bu konudaki bütün felsefi tartışmaları apaçık bir vahiy ile ortadan kaldırmış bulunduğunu görürüz ki, akaid (inançla ilgili) kitaplarımızın en başında "Eşyanın hakikatları sabit ve bunları bilmek gerçekleşmiştir." İlk inancının konulması ve sofestaiye denilen şüpheci ve inatçıların reddedilmesi ve ilim sebeplerinin gerçekleşmesi ile söze başlanması da bundan doğmuştur. Ve yeni felsefelerde her şeyden önce bu noktaya önem verildiği ehlince bilinmektedir. Böyle olmakla beraber ilimlerin ve fenlerin ilerlemesine rağmen, kainatta gerek teorik ve gerek ahlaki şüpheciliğin zaman zaman genişlemekte olduğu da inkar olunamaz. Bundan dolayı, insanlığın en büyük kalb ve ahlak hastalığı, şüphe ve şek meselesinde olduğunu ve insanlığın mutluluğu için bunun her şeyden önce ortadan kaldırılmasının gerekli bulunduğunu yüce Kur'an bu şekilde işaret ettikten sonra insanları, iman, ilim ve kesin bilgi ile yaşatacak olan hak ve doğru yolu yavaş yavaş açıklayıp anlatacak ve anlatırken gayb (gizli olan) ve şehadet (görünen) yani akla uygun olan fizikötesi ile duyumsanan tabiat arasında kesin olan gerçeklere ve hepsinden önce Tevhid-i Hakk'a dikkatleri çekecek ve bütün bunlarda ahlaki değer ve ameli gücü temel fikir olarak takip ettirecektir. Bu bilimsel noktalar ile Bakara suresinin başı, Fatiha'dan sonra bütün Kur'an'ın bir genel önsözü demek olduğundan, surelerin tertibi (düzeni) ne kadar tabii ve ne kadar ilmi ve derin sebepleri kapsadığı ortaya çıkacağı gibi, Hazreti Peygamber'in beşeri çevresi ile bu ilmi gerçekler incelendiği ve mukayese edildiği zaman da Kur'an'ın yalnız Allah'ın vahyi olduğunda zerre kadar şüpheye yer olmadığı ister istemez kabul edilir.

Kendisinde şüphe olmayan bu Kitap هُدًي لِلْمُتَّق۪ينَ Müttakilere hidayetin ta kendisidir. Sapıklıktan çıkıp hakkın korumasına girmek yeteneğine sahip olanlara hakkın hükümlerini bildirecek bir delil, doğru yolu gösterecek apaçık bir belgedir. Diğer bir ifade ile bu kitapta pek büyük bir hidayet-i rabbaniye vardır.

Fakat müttaki (günahlardan sakınan)ler için. Çünkü bundan faydalanarak istenen gayeye erecek olanlar; şek ve şüpheden, şüpheli yollardan sakınarak kendilerini koruma, akibetlerini kazanma kabiliyetine sahip bulunan müttakilerdir. Gerçi bu kitap esas itibariyle هُدًي لِلنَّاسِ "İnsanlar için hidayettir." Genellikle insanları irşad ve doğru yolu göstermek için inmiştir. İyilik ve yumuşaklıkla yol göstermek demek olan bu hidayetin, bu çağrı ve rehberliğin esas itibariyle şuna buna tahsis edilmesi yoktur. Fakat hidayetten istenen şey ihtida yani maksada kavuşma gayesi, şimdiki halde veya gelecekte, sakınma sıfatına sahip olanlara nasip olacak, fıtri kabiliyetlerini kaybetmiş olanlar bundan faydalanmayacak ve belki zarara uğramış olacaklardır. وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَآءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِن۪ينَ وَلاَ يَز۪يدُ الظَّالِم۪ينَ اِلاَّ خَسَارًا "Biz Kur'an'ı, iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olarak indiriyoruz. Kur'an, zalimlerin ise ancak zararını artırır." (İsra, 17/82). 

Hüda, hem lazım (geçişsiz), hem de müteaddi (geçişli) olur. Fatiha'da açıklandığı üzere hidayet, yol göstermek ve istenen şeye ulaştırmak gibi iki manada ortaktır veya kullanılmaktadır ki, birine "gayeye ulaştırmayan hidayet", diğerine "ulaştıran hidayet" denilir. Yüce Allah'a göre biri ulaştıran yolu göstermek ve irşad etmek, diğeri hidayeti yaratmak ve insanları başarılı kılmak demektir. Kur'an'da ikisi de geçmiştir. Bundan dolayı sonuç olarak هُدًي لِلْمُتَّق۪ينَ 'de doğru yola ulaştıran hidayet yani tevfik (başarı), هُدًي لِلنَّاسِ 'da yalnız doğru yolu göstermek ve irşad manaları açıkça görünür ise de, araştırma yapıldığında Kur'an'a nisbet edilen hidayetin irşadla ilgili hidayet olacağı meydana çıkar. Çünkü başarı ve insanları doğru yola iletmeyi yaratmak, kelam sıfatı ile değil, fiil sıfatı ile ilgilidir. Ve burada لِلْمُتَّق۪ينَ "müttakiler için" denilmesinin önemli bir nüktesi vardır. Bundan anlaşılıyor ki, bu kitap ile gerçekleşen Allah'ın irşadının etkili olması ve başarıya yaklaştırması için muhatap olan insanların ihtiyari fiilleri adeta şart kılınmıştır. Kur'an, herkese genel bir şekilde doğru yolu göstermek için inmiş olmakla beraber, herkes bunu kabul etmede ve isteyerek seçmede eşit olmayacak, bir takımları buna iradesini harcamayacaktır. Çünkü insanlığın fıtratının(yaratılışının) aslında genel olan hitap kabiliyeti birtakım insanlarda kötü alışkanlıklarla tamamen ortadan kalkmış bulunacağından, Kur'an'ın irşadları tam belağatı ve kapsamlı gerçekleri ile beraber, o gibilerin kalblerinde tabii olarak sevinç arzusunu uyandırmayacak ve belki ters etki yapacaktır. Bunun için hitabın esas faydası, hüsn-i ihtiyar (doğru tercih) yeteneğine sahip olan kabiliyet sahiplerine ait olacaktır ki, bunlar da takvası veya en azından sakınma yeteneği bulunan müttakiler (takva sahipleri) dir. Bundan dolayı Kur'an'ın inmesinin hikmeti, başlangıçta insan iradesinin katılması şartı ile bütün insanlara hidayet etmektir.

Fakat şartın gerçekleşmesine göre bu hikmet, bu gaye, müttakilerin hidayeti olarak gerçekleşecektir. Bununla beraber müttaki (takva sahibi olma) niteliği, kazanma ile elde edilen bir nitelik olduğundan dolayı, geleceğe göre bütün insanları içine alması mümkün olan bir niteliktir. Bu itibarla hidayetin, geçmişi bir yana bırakarak yine umumun hidayeti olmasına engel olan bir tahsis değildir. "Arab için hidayettir." veya "Acem (Arap olmayan)e hidayettir." denilmiyor. Şu halde هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَ "Bu kitap bütün insanlık nevine hidayet için inmiştir. Fakat bu hidayetten faydalanmanın ilk şartı Allah'tan gereği gibi korkmayı seçmek, yani korunmayı istemektir. Bundan dolayı her şeyden önce korunmaya istekli olunuz ki, kurtuluş bulasınız." mealinde bir takva tavsiyesini kapsamaktadır.

İttika, vikaye (korunma)yi kabul etmek, başka bir ifade ile vikayeye girmektir. Vikaye ise aşırı korumacılık, yani acı ve zarar verecek şeylerden sakınıp kendini iyice korumak demektir. O halde lügat açısından ittika veya onun ismi olan takva, kuvvetli bir himayeye girerek korunmak, özetle kendini iyi sakınıp korumak demek olur. Bunun gereği olarak korkmak, kaçınmak, sakınmak ve çekinmek manalarına da kullanılır. Tevakki (çekinme) deyiminde yorgunluğa katlanma, ittikada sadelik vardır. En kapsamlı ve en kuvvetli koruma ise ancak Allah'ın korumasıdır. Çünkü insanın koruması, şimdiye ve geleceğe tamamen hakim olamadığı gibi, şimdiki halde görünen acı zararların bile hepsine hakim olamaz. Bundan dolayı iyi korunmak demek olan gerçek korunma, ancak Allah'ın korumasına girmekle gerçekleşebilir. Gerçi rahmaniyete ve yaratılışın aslına göre herkesin Allah'ın korumasından zorunlu ve tabii olarak ihsan edilmiş bir payı vardır. Ve o oranda herkes korunmaksızın zorunlu bir korumaya sahip olur. Fakat rahimiyete ve ihtiyari fiillere göre insanın bu korumaya isteyerek ve idrak ederek girmesi, yani kendisinin korunması da şart olmuştur. Demek ki Allah'ın korumasının her yönüyle tamamen tecellisi (ortaya çıkması), insanın şimdiki zamandan daha çok, akibeti hedef edinen Allah'tan gereğince korkma hissine bağlıdır. İşte bunun için şeriatta mutlak sakınma veya takva, insanın kendisini Allah'ın koruması altına koyarak ahirette zarar ve acı verecek şeylerden iyice koruması, diğer bir ifade ile günahlardan sakınması ve iyiliklere sarılması diye tarif olunur ki, gerçek korku ve sevgi ile ilgili olarak biri var olana, diğeri olmayana ait iki itibara sahiptir: تَحْلِيَة ، تَخْلِيَة "Tahliye ve süsleme". Euzü besmeleden, tevhid kelimesinden (لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ) itibaren bu iki itibarı görürüz. Bundan dolayı şer'i takvanın, yalnız olumsuz ve mücerred (soyut) perhizkarlıktan ibaret olduğunu zannetmek yanlıştır. Bununla beraber ittika (sakınma) bunların yalnız birinde kullanıldığı çoktur. Mesela Kur'an'da korku, iman, tevbe, itaat, günah işlemeyi terk etmek, ihlas (samimiyet) manalarından her birinde kullanıldığı yerler vardır.

Ve inceleme yapıldığında Kur'an'da ittika (sakınma) ve takva üç derece üzerine zikrolunmuştur ki, birincisi; ebedi azabdan sakınmak için Allah'a şirk koşmaktan kaçınmakla iman وَاَلْزَمَهُمْ كَلِمَةَ التَّقْوٰي "Ve onları takva kelimesine bağladı." (Fetih, 48/26) gibi. İkincisi; büyük günahları işlemekten ve küçük günahlarda ısrar etmekden sakınmak ile farzları eda etmektir ki, şer'an (İslam'da) bilinen takva budur. وَلَوْ اَنَّ اَهْلَ الْقُرٰي اٰمَنُوا وَاتَّقَوْا "O ülkelerin halkı inanıp Allah'ın azabından korunsalardı." (A'raf, 7/96) gibi. Üçüncüsü; kalbinin sırrını Allah'tan meşgul edecek her şeyden kaçınmak ve bütün varlığı ile Allah Teala'ya yönelmek ve çekilmedir ki, bu da يَاۤ اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِهِ "Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraşır biçimde korkun." (Al-i İmran, 3/102) emrindeki gerçek takvadır. Bu mertebe, o kadar geniş ve o kadar derindir ki, bu mertebedeki insanların derecelerine göre farklı tabakalara ayrılır. Ve peygamberlerin yüce himmetlerinin ulaştığı derecelere kadar çıkar. Bu şekilde yüce Peygamberler hem peygamberlik ve hem velilik başkanlıklarını birleştirmişler, onların cisimler alemiyle ilişkileri, ruhlar alemine yükselmelerine engel olmamış ve halkın yararları ile uğraşmaları da hakkın işlerine dalmalarına zerre kadar sed çekmemiştir. Bu da aslında kazançlarının meyvesi değil, Allah Teala'nın özel rahmetinin eseri olmuştur.

لَيْسَ عَلَي الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُو الصَّالِحَاتِ جُنَاحٌ ف۪يمَا طَعِمُوۤا اِذَا مَا اتَّقَوْا وَاٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ ثُمَّ اتَّقَوْا وَاٰمَنُوا ثُمَّ اتَّقَوْا وَاَحْسَنُوا "İnanıp iyi işler yapanlara bundan böyle (Allah'a karşı gelmekten) korundukları ve inanıp iyi işler yaptıkları, sonra yasaklardan sakınıp (onların yasaklandığına) inandıkları ve yine korunup iyilik ettikleri takdirde daha önce yediklerinden ötürü bir günah yoktur." (Maide, 5/93) ayet-i kerimesi takvanın bu üç derecesini toplamıştır. اِنَّ اللّٰهَ يَاْمُرُ بِالْعَدْلِ وَاْلاِحْسَانِ "Allah adaleti, ihsanı.. emreder." (Nahl, 16/90) ayetinin de takvayı topladığı, bir hadis-i şerifte zikredilmiştir. Bundan dolayı Kur'an'ın hidayeti bu takva derecelerinden her birini kapsar. "هُدًي لِلْمُتَّق۪ينَ" yani "müttakiler için bir hidayettir." İfadesinin, hepsinden daha genel olan mutlak sakınma manasıyla tefsir edilmesi gerekir. Fakat burada şu soru sorulur: Burada Kur'an hidayetinin, ittika (sakınma) ile şartlanmış olduğu anlaşılıyor. Halbuki ittika da, Kur'an hidayetinden çıkarılmış olan bir netice olacağına göre meselede bir devir (Yani tarif edilecek bir şeyin, tarif için getirilenlerde zaten var olması durumu) gerekmiyor mu? Cevabı: Hayır, ilk önce bu karine ile kesin olarak anlarız ki burada başlangıçta takvadan maksat, takvanın başlangıcı, yani takva yeteneğidir. Ve müttakiler demek, inat ve iki yüzlülükten, tam şüpheden sakınabilecek ve hakkı kesin ve kat'i olarak bilmeye aday olabilecek kusursuz, sağlam huy ve sağlam akıl sahipleri demektir ki, tefsirciler bunu مُشَارِفُونَ لِلتَّقْوٰي "takva derecesine yükselenler" diye tefsir ederler. İkinci olarak hidayet, mertebenin artmasını da kapsadığından takva, takva yeteneği ile önde bulunan mertebelerin sahiplerinden daha geneldir ki, buna umumi mecaz adı verilir. Üçüncü olarak takva, en son maksat değil, kurtuluş ve mutluluk vesilesidir. Kur'an hidayetinden elde edilecek olan güzel sonuç, gazab ve sapıklıktan kurtulmuş olarak Allah'ın nimetlerine ulaşıldığı için, takvadan daha geneldir. Bundan dolayı Kur'an hidayeti, ittikayı kabul eden ve henüz sapıklıkta bulunanlardan başlayarak, takva mertebelerinin hepsinden geçmek suretiyle ebedi mutluluğa kadar varacağından, mertebeleri tatbik etmekle takvayı şart koşmada devir işareti asla düşünülemez.

Özetle Kur'an, hem başlangıç ve hem sonuç itibariyle hidayettir. Bunun için insan, ne kadar yükselirse yükselsin, Kur'an hidayetinden kendini asla ihtiyaçsız sayamayacaktır. Onun hidayeti, seçkinlerin ve halkın bütün derecelerini kapsar. Gerçekten İslam dini, bir taraftan dünya hayatının zaruri şartlarını öğretecek, diğer taraftan bu geçici hayatın mutlak gaye olmadığını ve bunun da hedeflemesi gereken ebedi gayeler bulunduğunu gösterecek ve onun da kazanma şartlarını anlatacaktır. O yalnız ilkel insanların ruhi gıdası değildir, ilerlemiş medeniyetlerin de sonsuza dek yükselmesi için olgunlaşmış teminatı olmak üzere inmiştir. Gerçekten insanlık toplumunda tam manasıyla Allah'ın birliğine dayanan bir hayat nizamı genel şekilde henüz kurulmuş değildir. Henüz bütün insanlık Allah'ın korumasına girmemiş, sonuç ve ahiretine kesin olarak inanacak sakınma mertebesine yükselememiş olduğundan alemde sosyal buhran (kriz) devamlı bulunmuştur.

""الۤمۤ (Elif, Lam, Mim) Kur'an'ın ezeli itibarını, "ذٰلِكَ الْكِتَابُ " (Bu kitap…) ifadesi, görünen gerçeklerini, لاَرَيْبَ ف۪يهِ "" (onda asla şüphe yoktur.) cümlesi, ilmi ve ahlaki özelliğini, " هُدًي لِلْمُتَّق۪ينَ" (o müttakiler için bir hidayettir.) kısmı da iniş hikmetini ve pratik gayesini dile getirmiş ve sonra inen her ayet, kendinden önceki ayeti anlatmış ve açıklamış ve bundan dolayı tam bir bağlılık sebebiyle atıf harfleri (bağlaçlar) gibi sözlü bağlantılara bile ihtiyaç duymayan birbirine uygun olan dört cümleden oluşan bir veciz (özlü) nazm olarak Fatiha'daki اِهْدِنَا"bize hidayet et" duasının cevabı olmuştur. Dikkat olunursa bu nazımda öyle güzel bir inkişaf vardır ki, önce hat (yazı) açısından üç basit harften, lafız olarak üç müfred (tekil) isme yükseliyor. İkinci olarak, bunların her birine benzer gibi üç veciz (özlü) cümle yayılıyor. Üçüncü olarak, bu yüce nazm, esas manası olduğu gibi sabit kalmak üzere çeşitli irab şekillerini ihtiva ederek her birinde bir özel parıltı ile ortaya çıkıyor. Sonra bunları aynı şekilde üç ayet ve üç kıssa takip edecek ve daha sonra da يَاۤ اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا "Ey insanlar ibadet ediniz." (Bakara, 2/21) genel hitabı ile surelerin maksatları yavaş yavaş inkişaf etmeye devam edecektir. Bu açıklamanın gelişme şekli Kur'an'daki uyuma bir misal vermek için ne kadar dikkate değerdir.

اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَبْبِ O müttaki (Allah'tan hakkıyle korkan)ler ki Hakk olan gayba inanırlar. Yahut gıyaben (görmeden) de iman ederler. Diğer bir tabirle onlar, gözle değil, kalp ile iman ederler, onlar bütün şüphelerden uzak oldukları gibi, iman etmek için önlerine dikilmiş putlara, haçlara da bağlanmazlar, gözlerinin önünde bulunan bugünkü ve şu andaki görülen ve hissedilen şeylere saplanıp kalmazlar, his ötesini, kalbi ve kalp ile ilgili şeyleri tanırlar. İşlerin başı görülende değil ruh, akıl, kalp gibi görülmeden görende, tutulmadan tutanda, zaman ve mekana bağlı olmayarak maddeleri fırlatıp oynatan, fezaları doldurup boşaltandadır. Onların sağduyuları, saf basiret ve ferasetleri, temiz akılları, açık anlayışları, sıhhatli görüşleri, sözün kısası anlayış kabiliyetleri, kötülüklerden silkinebilecek anlayışlı hisleri, yükseklere koşabilecek azimli vicdanları ve iyi seçimleri vardır. Görünen ve hissedilen şeyleri yarar, kabuklarını soyarlar; içindeki özüne, önündeki ve arkasındakinin sırrına nüfuz ederler; görenle görüleni ayırtederler; hissedilenden düşünülene intikal edebilirler; varlık ve yokluk içinde gaybdan görünürlüğe, görünürlükten gayba gelip, geçip giden ve hissedilen hadiselerin satırları altındaki gayba ait manaları sezerler.

Hakikatte varlıklar, görülen ve görülmeyen, diğer bir tabirle "meşhut" ve "gayri meşhut" olmak üzere ikiye ayrılır. Ve birçok bilgin hakikati, görülmeyen ve hatta görülemeyen kısmında kabul ederler ve buna "mana alemi", "gerçek alem", "akıl alemi", "ruh alemi" veya "gayb alemi" derler ve Felsefenin konusu olarak da bunu tanırlar. Gerçekten şimdiki Batı felsefelerinde de şunu görüyoruz: Görülen veya dışta müşahede edilen şeyler bize beş duyumuzla geliyor ve bunların her birinin de bir amili (sebebi) var: Işık, ses, koku, tat, ısı ve soğukluk. Biz, bizzat bunları his ve müşahede ederiz ve bunlar vasıtasıyla da diğer şeyleri buluruz. Bilimler ve özellikle müsbet ilimler (fen bilimleri) gösteriyor ki, bunların her biri bir tecelliden, bir gösteriden, bize bir görünüşten, bir hadiseden ibarettir. Mesela ışık dediğimiz parıltı bizim dışımızda mevcut değildir. Çünkü dışta ışık bilimin ortaya koyduğuna göre, bir titreşimden ibaretir. Görünmeyen, madde atomlarının veya esirin titreşimleridir. Parıltı, ışık o titreşimin bizim gözümüzle ilişkisi, temas etmesi sırasında vaki olan ani bir görüntüdür. Bu meseleyi İmam Gazali "İhya"sında şöyle tesbit etmiştir: Güneşin ışığı, halkın zannettiği gibi, güneşten çıkıp bize kadar gelen harici bir nesne değildir. Belki gözümüzün güneşle karşı karşıya gelme anında bizzat ilahi kudret ile yaratılan bir hadisedir. Bu gerçek, keşf ehline görünmüştür. Ses de aynen böyledir. Biz biliyoruz ki ses, hariçte havanın özel bir dalgalanmasından ibarettir. Kulağımızdaki gürültü manasına gelen ses, o dalgalanmanın kulağımıza dokunduğu anda hasıl olan (oluşan) bir tecellidir. Isı ve soğuk dediğimiz şey de, esasında ışık gibi esire veya atoma ait bir titreşimdir. Bunun içindir ki, ısı ışığa, ışık ısıya dönüşür. Aralarında bir mertebe (derece) farkı vardır. Bunu elektrikten anlıyoruz. Kısacası koku ve tat da esasında birer titreşim olup, bizim koku alma ve tatma duyularımıza dokunmasında koku ve tat olarak ortaya çıkarlar. Demek görme ve dış görünüşte vasıta olan bu beş amil (etken)in hepsi gerçekte hareketle ilgilidir ve hepsi hareketin bize özel birer görünümüdür. Biz bu hareketleri görmüyoruz. Acaba kütlelerde gördüğümüz hareket nedir? O da görünmeyen gerçeğin bir tecellisi değil midir? O halde bu vasıta (araç)larla gördüğümüz önümüzdeki alem hep birer hayalden, birer tecelliden başka birşey değildir. Bunların hedef ve gayesi olan gerçek ise görülmez. Genel göçler, memleketlerin kuruluşu, haberleşmeler... gibi tarihi olayların illet ve gayeleri de insanların tasavvurları, duyguları, iradeleri... gibi görünmeyen sebeplerden başka nedir? Şu halde gerçek, görünmeyendir ve görülmesi mümkün değildir. Görülebilen ise onun tecellileri, hayali, gölgesi ve yansımalarıdır…

Bu ifade bize alemi pek güzel açıklıyor. Bu açıklamaya göre bütün hakikat gaybdır. Tabiat, görülen alem bir hayaldir, hem de hareket tecellisinin bir hayalidir. Hakikat, sonuç olarak akıl ile, basiret ile, kalp gözüyle görülebilir, dış görünüşü ile değil. Bu noktada yürüyen ve Allah Teala'nın ve meleklerinin gözle görülmesinin mümkün olmadığını söyleyen alimler ve İslam feylesofları da vardır. Fakat bizim Ehl-i Sünnet'in sahih telakki ettiği ve imanımıza göre ilahi hakikat "mutlak gayb" değildir; O, gözle görülmeyen ve görülenin (kaynağı) merciidir, her şeyi (kapsayan) ihata edendir. Bunun için O'na özel ismiyle "gayb" denmez, Allah'ın güzel isimleri (esma-i hüsna) içinde de bu isim (görülmemiş) varid olmamıştır. O, ahirette, cihetlerden, mekandan münezzeh olarak görülebilir. Fakat tam anlaşılamaz, anlaşılamayacağı için tamamen görülmüş de olamaz, ona doyulmaz. Biz, ilahi vecih (yüz)de bir görünme duygusu olduğunu söylüyoruz. Fakat gayb duygusunun daha fazla olduğuna da inanıyoruz. Bunun için O'na, özel isim vermemek kaydıyla "gayb" da denilir. Allah'ın melekleri de bize gaybdır, yani görünmezler, ahireti de öyle, fakat onların da görülmesi mümkündür. Mesela genellikle "kuvvet görünemez" deriz. Halbuki görünen de kuvvetten ibarettir. Gelecek zaman bugün görünmez, yarın görünür. Hasılı bizce "gayb", görülemeyen demek değil, görülmeyen demektir. Bugünün akla uygun olanı, yarının hissedileni olabilir. Biz delilsiz olan gayba değil, delili olan makul (akla uygun) gayba iman ediyoruz. Her delil ise, delalet ettiği şeyin bir yanına haiz olduğu (içerdiği) için delildir. Delilimiz, aklımız, nefsimiz, kalbimiz, alem ve Allah'ın kitabı. Şu halde gaybın hakikatine iman ederken, görünenin gerçeğini inkar etmeyiz. Kalpleri olanlar görürler ki, tabiat denilen hissedilen olaylar, kısa bir bakış halinin zahiri görünümüdür. Bunun arkasında karanlıklara karışmış bir geçmiş silsilesi, önünde de henüz doğmamış bir gelecek silsilesi ve hepsinin ötesinde bir kalp ve hepsinin üstünde bir "tek hakim" vardır. Ve "dünya" adını alan şimdiki durum, görünenden gayb (görünmeyen)e intikal etmiş bulunan o geçmiş ile gaybdan görünürlüğe doğacak olan o gelecek zincirleri arasında yegane göze batan bir zahiri halka, beşerin varlığı sanki sonsuz iki deniz arasında ince bir berzah (kıstak), beşerin kalbi de onun ağırlık merkezine tutunmuş bir gözetici, bir ucu bir denize, bir ucu da diğer denize atılmış olan tabiat zinciri devamlı bir hareketle o kıstağın üzerinden kır kır geçip akıyor, bir denizden çıkıyor, diğerine batıyor. Bütün ağırlığı, kıstağın karanlığına basarken o gözetleyici her anında geçen bir olaylar halkası görüyor. Yalnız ve yalnız onu müşahede ediyor. Görme duygusu ne denizlere erişiyor ve ne diplerindeki zincire. O, ancak kıstaktan geçen halkaya bakıyor ve ancak onu görüyor ve görürken zincirin bütün ağırlığını çeken kıstağın gıcırtısını da içinden -devamlı surette- dinliyor ve inliyor. O hareketten ve bu gıcırtıdan artık o kadar kuvvetle ve yakından biliyor ki, şimdiki halde görünen ve hissedilen meydandaki tabiatın iki tarafında geçmiş ve gelecek, başlangıç ve sonuç denilen birer gayb alemi var. 

Dünya alemi, hissedilen tabiat, imkan deliliyle varsa; gayb alemi, hissedilmeyen tabiat öncelikle ve zorunlu olarak vardır. Bundan başka o görünüp hissedilenin iki yönünden başka, onun bir batını, bir iç yüzü, diğer tabirle o gözeticinin tutunduğu ve iliştiği bir fizikötesi veya tabiat üstü de vardır. İş o zincirde değil, onu salıp hareket ettirenle, o kıstağı kuran, o gözeticiyi tutan, o denizleri birbirine karıştırmayan gözetici ile gözetileni birleştirerek bilgi meydana getiren, gayb ve görülen alemin hepsini ihata eden (kapsayan), mutlak kefili olan yüksek kudrettedir. Şu halde kendini korumak isteyenler, görülenleri ve hissedilenleri seyrederken, daha önce onların arkasındaki gayba ve gayb ile görülenlerin hepsinin merciine (kaynağına) mutlak kefiline, alemlerin Rabbine, merhamet eden ve esirgeyene, ahiret gününün sahibine اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ "Ancak sana ederiz kulluğu,ibadeti ve ancak senden dileriz yardımı, inayeti." (Fatiha, 1/4) diye iman ederler. Ve bu iman başlıca üç esası içine alır: Başlangıca iman, ahiret (son)e iman, başlangıç ve son arasındaki gizli vasıtalara iman ki, bunların dördüncüsü de açık vasıtalar olan görülen alemi bilmektir. Ve bu şekilde görünmeyen (gayb) ile görülen birleşince iman ve bilgi هُوَ اْلاَوَّلُ وَاْلاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ "O, evveldir, sondur, zahirdir ve batındır." (Hadid, 57/4) birliğini bulur.

Gayb (kelimesi), "gaybet" ve "gıyab" (göz önünde bulunmama) anlamında masdar veya gaib (göz önünde olmayan) manasında isim ve sıfat olur ki, bu da "adl" kelimesi gibi masdar ile isimlendirilmişdir veya "meyyit" ve "meyt" kelimeleri gibi "gayyib" kelimesinin hafifletilmişidir. Buna göre dilimizdeki "kaybettim", "kayboldu" tabirleri doğrudur. Bazılarının zannettiği gibi "bunu kayıp ettim" şeklinde yazmaya lüzum yoktur. "Gayb" ve "gaib" ise başlangıçta duyguyu anlamada veya ilk düşüncede hazır olmayan, diğer bir deyişle ilk nazarda anlaşılmayan demektir ki, bunun bir kısmı delilden geçen bir anlayışla idrak olunabilir. Mesela evinizde otururken kapınız çalınır, ses duyarsınız, bu ses sizin için anlaşılmış, hazır ve şahittir. Bundan anlarsınız ki, kapıyı bir çalan vardır. O henüz sizin için ortada yoktur. Bakıp görünceye kadar onu şahsıyla bilemezsiniz, fakat kapıyı bir çalan bulunduğunu da zorunlu bir şekilde, anlayışlı olarak tasdik edersiniz. Bu, bir iman veya şuurlu bir bilme olur. Sonra henüz kapınızı çalmayan ve eseri size yetişmeyen daha nice gaibler bulunduğunu da genel olarak tasdik edebilirsiniz. Fakat bunların bir kısmı gerçekten yok olabilirler. "Gayb" ile "gaib" arasında fark vardır. "Gaib" (ortada olmayan) sana görülmez, seni de görmez olandır. "Gayb" ise görülmez, fakat görür olandır.

Şu halde iki türlü gayb vardır: Bir kısmı hiçbir delili bulunmayan gaiblerdir ki bunları ancak "Allamü'l-ğuyub" (gaybları bilen) Allah bilir. وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لاَ يَعْلَمُهَا اِلاَّ هُوَ "Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları O'ndan başkası bilemez" (En'am, 6/59) ayetindeki gaybdan maksat bunlardır, deniliyor ki; sırası gelince açıklanacaktır. Diğer kısmı da delili bulunan gaiblerdir ki اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَبْبِ "onlar gayba inanırlar." (Bakara, 2/3) ayetindeki gaybdan kastedilen de bu kısımdır. " اَلْغَيْبُ" kelimesinin elif lamı ahd içindir. Yani Allah'tan hakkıyla korkanların inandıkları, tanıdıkları gayb, delili bulunan hak gaybdır ki, bu da Hak Teala ve sıfatı, ahiret ve halleri, melekler, peygamberlerin nübüvveti, ilahi kitapları indirme... gibi imana ait temel unsurlardır. Ve bu iman, bazılarında tahmini ve keşfi bir geçişle, bazılarında da fikri ve delilli bir intikal ile oluşur. Sonra "gayba iman" ile "gıyaben iman" arasında küçük bir anlayış farkı vardır. Zira birincisinde gaybın kendisine inanılan şey olduğu açıklanmış, ikincide ise inanılan şey hazfedilmiştir (gizli tutulmuştur). Bunun için bazı tefsir bilginleri arada büyük bir fark gözetmiş ve: "Sizin gerek arkanızdan ve gerekse huzurunuzda iman ederler" diye açıklama yapmış; yani inanılan şeyin gayb olduğuna sataşmayıp, münafıklardan sakınma olduğunu göstermişlerdir. Yanı onlari iman tanımının dışında bırakmışlardır. Fakat açıkça anlaşılan gıyabın da inanılana ait olmasıdır. Şu halde gayba iman ile, gıyaben iman arasında mana bakımından fark yoktur. Ve her iki değerlendirme ile imanın kıymet ve faydası, gayb ile ilgisi veya gayba ait oluşu bakımından dikkati çekmektedir. Çünkü korunmak ona bağlıdır. Peygamber'i görüp iman eden sahabilerin de en büyük meziyetleri onu, gayba ait verdiği haberlerde tasdik edişlerindedir. Ve burada Peygamber'i görmeden tasdik edenlerin de öğüldüğüne işaret vardır. Nitekim İbn Mes'ud hazretleri وَالَّذ۪ى لاَ اِلٰهَ غَيْرُهُ مَا اٰمَنَ أَحَدٌ أَفْضَلَ مِنْ ا۪يمَانِ غَيْبٍ "Kendisinden başka ilah olmayan (Allah) a yemin ederim ki, hiçbir kimse, gayba imandan daha faziletli bir şeye inanmamıştır." (Alusi, Ruhu'l-Meani, I, 115) buyurmuş ve bu ayeti okumuştur. Diğer bir açıklama ile de burada gayb, göz karşıtı olan kalp ve kalbin sırrıdır ki, kalbin ve kalbin sırrının kaynağının "görmek" olduğunu bilmek; hakkı ve peygamberliğin delillerini gözden daha çok kalp ile görüp, şirkten, maddeciliğin pisliğinden kurtaran bir imana ermek manasını ifade eder ki, bunda derin bir iman yoluna işaret vardır. Yani kalbi bilen, Allah'ı bilir.<br>

َاْلا۪يمَانُ "iman", asıl lügatta اَلْاَمْنُ "emn" ve اَلاَمَانُ "eman" kökünden türemiş "if'al" vezninde bir kelimedir. Hemzesi, ta'diye (geçişli kılmak) ve bazan sayruret (olmak, hal değiştirmek) anlamlarında kullanılır. Geçişli olduğuna göre "güven vermek, emin kılmak" demektir ki, Allah'ın isimlerinden olan "Mümin" (güven veren, emin kılan) bu anlamdadır. Sayruret (olmak) manasına olduğuna göre de "emin olmak" demek olur. Ve "sağlam" ve "güvenilir" olmak, itimat etmek manasını ifade eder ki, dilimizde inanmak denilir. Dil geleneğinde ise mutlak tasdik etmek anlamındadır. Çünkü tasdik eden, tasdik ettiğini yalanlamaktan emin kılmış veya kendisi yalandan emin olmuş olur. İman bu manalarda آمَنَهُ "ona inandı" gibi bizzat geçişli olur. Bununla beraber " اٰمَنَ بِهِ" veya " اٰمَنَ لَهُ" gibi "ba" veya "lam" harfleri ile de geçişli olur. "Ba" harfi ile geçişli olduğu zaman "itiraf" manasını, "lam" harfi ile geçişli olduğunda da iz'an ve kabul anlamını içine alır. Bunun için اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ gaybı tasdik ve itiraf ederler, yahut "Tasdik ettiklerini huzurda da, gıyaben de tasdik ve itiraf ederler." demek olur.

Bir şeyi tasdik etmek, onu doğru olarak almak demektir. Sıdk (doğruluk) ise ya kelime veya sözle ilgili olduğundan, imanın da ilgilendiğiyle ilgisi bu ölçüde çeşitli şekillerde cereyan eder. Mesela Allah'a iman ile Allah'ın kitabına ve ahirete iman şekillerinde bazı anlam farkları vardır. Bununla beraber tasdikin esas menşei (kaynağı) doğru sözde; doğru sözün menşei de hükmün doğruluğunda yani vakıaya (olaya) uygunluğundadır. Zihin ve hariç (dış alem), diğer bir deyişle kalp ve göz, işte doğruluk ve gerçeklik, bu karşılıklı iki taraf arasındaki doğruluk ve uygunluk ölçüsündedir. Olaya uygun olan ve uygun olabilen zihin ve kalp doğru; bunun zıddı doğru değildir. Şu halde iman ve tasdikin başlangıcı, bu doğruluk ve uygunluk ölçüsünü kabul ve itiraf etmektir. Aynı olay insan ruhunda veya huzurunda bizzat mevcut ise görmeye ait tasdiktir, hissi veya akli bedaheti (apaçıklığı) tasdik etmek gibi. Bizzat değil de hazır olan bir delil veya bir gösterici aracılığı ile hazır ise gıyabi (görmeden) tasdiktir. Bu durumdaki o görünmeyen olay, benzerleri ve zıdları ile, az çok kıyas edilebiliyor ve sınırlanabiliyorsa, delilin devamlılığı ve yansımasındaki zaman süreci ölçüsünde kısaca veya etraflıca tasdik, resmi veya sınırlı bir bilgi, belirli bir tasavvur ifade eder. Olay görünmeyen, eşsiz ve zıtsız, benzersiz ve nazirsiz ise, o görünmeyen tasdik, sınırlı bir bilgi değil, sınırsız bir salt inanma olur ki, genellikle iman denince bu anlaşılır. Bu iman, ilmin hem başı ve hem gayesidir. Ve bundaki sağlıklı biliş, ilme ait bilişten yüksek ve kuvvetlidir. Zira her tasavvura bağlı sınırlama delil olarak alınmayıp da, bizzat istenilen bir şey olarak alındığı zaman birer kesin bilgi engeli olabilir ve bildiğinin ötesini inkar eden cahil kalır. Fakat böyle bir sınırsız imana layık olan ancak Allah Teala'dır. Allah'a iman, bu şekilde, görünenden görünmeyene sonsuz olarak uzanır gider.

Genel olarak lügatta "tasdik", ya sözlü veya fiili olur. Sözlü tasdik de, biri kalbe, diğeri dile ait olmak üzere iki türlüdür. Buna göre lügat geleneği bakımından tasdikin üç derecesi vardır: Birincisi, kalbe ait tasdiktir. Bir kimse herhangi bir hükmün veya bir sözün veya söyleyeninin doğruluğunu yalnız gönlünde itiraf, teslim ve bunu kendi kendine ifade ettiği ve onun doğruluğuna kalben emin olduğu zaman, o hükmü veya sözü veya söyleyeni tasdik etmiş olur. İkincisi dil ile tasdiktir. Bu da, kendisinden başka birine dahi bildirecek ve duyurabilecek bir tarzda; "bu böyledir" diye, bir sözü dili ile söylemektir ki, ya gerçek veya görünürde olur. Birisinde bu dil ile tasdik, kalbi tasdik ile birleşir, söyleyen kendisince de doğru olur. Diğerinde dil başka, kalp başka olur. Yani dili ile diğerini tasdik ederken, kalbi ile kendini bile yalanlar. Üçüncüsü fiil ile tasdiktir ki, bir sözün gereğini fiilen yerine getirmekle olur. Bu da kalp ile veya dil ile tasdikten birine veya her ikisine yakın olup olmadığına göre birkaç dereceye ayrılır. Fiil ile tasdik, kalp ile tasdike uygun düşmezse gösteriş veya zorlama ile yapılmış olur.

Acaba din lisanında iman bunların hangisidir? Yani İslam dininde bunların hangisini yapan mü'min sayılır? Lügattaki iman ile dindeki imanın farkı var mıdır? Bunu Kur'an'dan ağır ağır öğreneceğiz ve bu ayetten itibaren başlıyoruz.

Dindeki imanın, lügattaki imandan iki yönden özelliği bahis konusudur. Birincisi, iman edilecek olan ilgili (yani kendisine inanılacak şey) bakımından şer'i iman özeldir. Allah'ın birliğine ve Muhammed (s.a.v.)'in Allah tarafından getirdiği kesin olarak bilinen şeylere kısaca ve gerektiğinde genişçe inanmaktır. Bunun en özetli olanı Allah'a ve ondan gelene inanmak, diğer deyişle لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ (Allah'tan başka ilah yoktur; Muhammed Allah'ın Resulüdür.) kelime-i tevhidine inanmaktır. Bir derece tafsil (açıklama) ile, Allah'a, Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğine, ahirete inanmaktır. İkinci bir tafsil (açıklama) ile Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kaza ve kadere, öldükten sonra dirilmeye, sevap ve cezaya inanmaktır. Üçüncü bir tafsil de Kitap (Kur'an) ve Sünnet ile Muhammed (s.a.v.)'in bildirdiği kesin bir şekilde sabit olan haberlerin ve hükümlerin tümüne ve her birine Allah'ın ve Allah'ın peygamberinin istediği şekilde inanmaktır ki, burada اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ ، وَالَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمۤا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَبِاْلاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ "Onlar gayba inanırlar; ve onlar sana indirilene ve senden önce indirilmiş olana inanırlar; ve onlar ahirete kesin olarak inanırlar." ifadesi bütün bunları iki derecede açıklamıştır. Diğer açıklamalar da ilerde gelecektir. Ve bu derecelerden her biri, güç yetme derecesi ile birlikte bulunur. Bütün dini bilmek demek olan tafsil, havass (saygın kişiler)ın özelliği olabileceğinden, halk ve çoğunluk için birinci farz, özet olarak inanmak ve en son da tafsilin ikinci derecesine imandır. Ve işte Bakara Suresi'nin başı bu iki değeri göstermiştir. Halbuki lügat anlamındaki imanın ilgi sahası bundan daha geniştir. O, gerçeği ve yanlışı, doğruyu ve eğriyi içine aldığı gibi, gereksiz sayılacak ayrıntıları da içine alır. Lügat bakımından iman denebilecek birçok tasdikler vardır ki, onlar din açısından tam küfürdürler. Mesela şirke inanmak; şeytanın sözüne, doğruluğuna inanmak; küfrün, zulmün hayır olduğuna inanmak; zinanın, fuhşun, hırsızlığın, haksız yere adam öldürmenin, Allah'ın kullarına saldırmanın doğruluğuna inanmak... lügat itibariyle birer iman, fakat İslam dininde birer küfürdürler. Lügat anlamında imanın diğer bazı kısımları daha vardır ki, dini açıdan küfür olmamakla beraber birer inanma görevi teşkil etmezler. Bir kısmı mübah, bir kısmı mendub, bir kısmı da kötülük ve günah olabilir ve bunların açıklaması fıkıh ilmine aittir.

Özetle lügat anlamında imanın bir kısmı hak ve hayır, bir kısmı şer ve batıl, bir kısmı da zevk, saçma ve lüzumsuz şeyler olabilir. Hak ve hayır olanlar şer'i imanın aynı veya onun kapsamı içinde ayrıntısıdırlar. Çünkü asıl şer'i iman, şimdiki halin arkasında veya batın (kapalılığın)da kaybolan hak ve hayrın anahtar ve ölçüsünü veren ve bir tek yol takip eden prensiplerin tümüdür. Gerçekte bütün iş, hak ve hayırdan önce, bunların prensip ve ölçülerindedir. Ve İslam dininin esas apaçık gerçekliği olan imana dair prensipleri de bu anahtarı ve ölçüyü verir. Hidayet (doğruyola erme)de onu takip edenleredir. Geleceğin kayıp anahtarı, şimdiki görmede; şimdiki görmenin anahtarı, onun gizli gaybı ile geçmişteki gaybında ve hepsinin anahtarı ise Allah katındadır. وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لاَ يَعْلَمُهَا اِلاَّ هُوَ "Gaybın anahtarları onun katındadır, onları O'ndan başkası bilemez." (En'am, 6/59).

Şu halde insan; anahtarı, doğruyu ve hayrı kendi istek ve arzusunda aramamalı, doğrudan doğruya veya bir aracı ile Allah Teala'dan almalıdır. Aracıları inkar etmemeli, fakat kulluğu ancak Allah'a yapmalıdır. Çünkü مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُۤ اِلاَّ بِاِذْنِه۪"O'nun izni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir?" (Bakara, 2/255) ayeti O'nun izni olmadan kimsenin şefaat edemeyeceğini bildirmektedir.

İkincisi, imanın ilgilendiği şeyi bırakarak, kendi mahiyeti bakımından da şer'i imanın özelliği bahis konusu olmuştur. İmanın şer'i manası, yalnız bir kalbin fiili midir? Yalnız bir dilin fiili midir? İkisi birden midir? Yoksa bunlarla beraber uzuvların fiili midir? Bu noktada bazı mezhep farklarına rastlıyoruz. Şöyle ki:

1. Hariciler ve Mu'tezile mezhebine mensub olanlara göre şer'i iman, hem kalbin fiili, hem dilin fiili ve hem de uzuvların fiilidir. Yani Allah Resulü'nün tebliğlerini kalp ile tasdik, dil ile ikrar, amel ile de tatbik etmektir. Bunların üçü birden imanın esasıdır. Bunlardan, birisi bile eksik olan kimseye mümin denmez. Hariciler'e göre kafir; Mu'tezile'ye göre ise mümin ile kafir arası fasık denilir. Bunlar şer'i imanda, lügat manasındaki imanın üç derecesini toplamış oluyorlar. Selef ve hadiscilerden bazıları da imanı dil ile ikrar, kalp ile tasdik, dinin esaslarıyle amel etmektir diye tarif etmişlerdir ki, imam Şafii de bu gruba dahildir. Fakat bunlar, ameli terkeden fasıkın imandan çıkmış veya küfre girmiş olduğunu söylemezler. Şu halde bunların görüşleri Harici ve Mu'tezile mezheplerinden büsbütün başkadır. Bunlar gerçekte imanın aslını değil, imanın kemalini tarif etmiş oluyorlar.

2. Kerramiye mezhebine göre şer'i iman, yalnız dil ile ikrardır. Bunlara göre kalp ile tasdik bulunsun, bulunmasın, dil ile ikrar eden, diline sahip olan mümindir. Kalb ile tasdik de varsa, içi, dışı mümindir. Yok münafık ise, dışı mümin, içi kafirdir. Bunlar, lügat anlamındaki imanın en aşağı derecesi olan yalnız "söz ile tasdik" manasıyle yetinmişler ve şer'i imanın ölçüsünü de, müslümanlar arasında cereyan edecek olan muameleler ve hükümlerin prensibinde açık ve görünür sebebi gözetmişlerdir. Bunlara göre iman, bir kelime meselesi demek oluyor, "İkrar esas, kalp ile tasdik şarttır." diyenler de olmuştur.

3. İmanın esası, kalp ile tasdiktir. Dilsizlik, zorlama gibi bir zorlayıcı engel bulunmadıkça dil ile ikrar da şarttır. Fakat tahakkukunun (gerçekleşmesinin) şartı mı, yoksa tamamının şartı mı, bunun hakkında da sözler söylenmiştir. Eş'ariler bu görüş üzerindedirler.

4. İman, kalbin fiili ile dilin fiilinin toplamıdır. Bunların ikisi de imanın esasıdır. Bununla beraber ikisi de aynı seviyede temel esas değildir. Kalbe ait sorumluluk, hiçbir özürle düşmeyi kabul etmez. Bu, temel esastır. Allah korusun bu yok olduğu anda küfür ortaya çıkar. Dilin fiili olan ikrara gelince: Bu da esastır. Fakat ölüme zorlayan bir zaruret ve özür karşısında bunun zorunluluğu düşer. Ve o zaman yalnız kalbe ait iman yeterlidir. Fakat zorlama mazereti bulunmayan, gücü yettiği halde ikrarı terkeden Allah katında da kafir olur. Şu kadar ki cemaatle namaz kılmak gibi dinin esaslarından olan bazı ameller de ikrar yerini tutar. Gerçekte şer'i iman daima "ba" ب veya "lam" ل harfleriyle kullanıldığından, "ikrar ve boyun eğme ile tasdik" manalarını içine alır. Ve İslam dininin hedefi insanlığın yalnız iç yüzü değil, için ve dışın toplamıdır. Hiçbir engel yokken imanını yalnız kalbinde saklayan ve onu açıklamayan kimsenin Allah katında imanının herhangi bir kıymetinin olamayacağı Kitap ve Sünnet'in birçok delilleriyle sabittir. Ameli tatbikatın, imanın istenilen meyvesi olduğunda şüphe yoksa da, bizzat amel, imanın kendisinin aynı veya parçası değildir; onun bir dalı ve istenilen neticesidir. Din, bir meyve ağacına benzer, kalp ile tasdik onun toprak altındaki kökü, dil ile ikrar gövdesi, diğer ameller dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri gibidir. Ağaçtan beklenen meyvesi olduğu gibi, imandan beklenen de güzel ameldir ve Allah'a yaklaşmak da onunladır. Fakat dalları kesilmek, yaprakları dökülmek, çiçek açmamak, meyve vermemekle ağaç kurumuş olmayacağı gibi, iman ağacı da böyledir. Fakat gövdesinden yerle beraber kesilmiş olan ağaçların çoğunlukla kurudukları ve zamanını bulduğu halde gövdesi sürgün vermeyen ağacın tutmamış olması gibi, özürsüz olarak ikrarsız iman da böyledir. Ancak kışta kalmış olduğu için henüz topraktan filiz vermeyen tohumun veya kökün kuruduğuna hüküm verilemeyeceği gibi, mazeret zamanında kalp ile tasdik de böyledir.

İşte imanın böyle bir temel esası, bir ikinci derecede esası, sonra da tertip edilmiş dereceleri üzere dalları, fazlalıkları ve meyveleri vardır. Ve imanın olgunluğu bunlarladır. اَلا۪يمَانُ بِضْعٌ وَسَبْعُونَ شُعْبَةً اَدْنَاهَا اِمَاطَةُ اْلاَذٰي عَنِ الطَّر۪يقِ. "İman yetmiş küsur şubedir. Bunların en aşağısı yoldan eziyet verecek şeyleri kaldırmadır." (Müslim, İman, 58) hadis-i şerifi gibi birtakım rivayetlerde bu dallara ve şubelere bile iman ismi verilmiş gibi görünürse de, bu imanın kemali yönündendir. Ve hatta "imanın şubesi" denilmesi, imanın aslı olmadığını gösterir. Şu halde bu şubeler ve dallar, küfrün zıddı olan imanın aslı değil, günah işlemenin zıddı olan imanın olgunluğudur ve bunun için bu ayette de "yü'minun = iman ederler" kısmı, "namaz kılmak" ve "fakirlere vermek" imandan ayrıca zikrolunmuştur. Yukarda anlatılan bazı selef ve hadiscilerin görüşlerini de böyle anlamak gerekir. İmanın aslının, böyle kalbin fiili ve dilin fiili iki esastan ibaret ve geçerli bir özür zamanında ikrarın düşebileceği bir esas olması, lügat manasının tam ortası olduğu gibi, İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretlerinin ve bütün fıkıh bilginlerinin de tefsir ve anlayışlarıdır. Ebu Hanife, arkadaşlarına Ehl-i Sünnet ve'l-cemaat mezhebinin esasını anlattığı ve açıkladığı en son vasiyetlerinde der ki: İman, dil ile ikrar ve kalp ile tasdiktir. Yalnız ikrar, iman olmaz. Zira olsaydı münafıkların hepsinin mü'min olmaları gerekirdi. Aynı şekilde yalnız bilmek de iman olmaz. Çünkü olsaydı, "Kitap ehli" olanların hepsinin de mümin olmaları gerekirdi. Allah Teala münafıklar hakkında وَاللّٰهُ يَشْهَدُ اِنَّ الْمُنَافِق۪ينَ لَكَاذِبُونَ "Allah şahitlik eder ki, münafıklar kesin olarak yalancıdırlar." (Münafikun, 63/1) buyurmuş; Kitap ehli hakkında da اَلَّذ۪ينَ اٰتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ اَبْنَاۤءَهُمْ "Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar." (Bakara, 2/146) buyurmuştur. Sonra amel, imandan ayrıca bir iştir. Mesela "Fakirin zekatı yoktur." denilir de, "imanı yoktur" denilmez. Aynı şekilde "Fakirin zekata imanı yoktur." da denilmez. Yine Ebu Hanife "el-Alimü ve'l-müteallim" ismindeki kitabında der ki: "İman tasdik, bilgi, ikrar ve İslam'dır. 

Tasdik hususunda insanlar üç derecedir. Bir kısmı, Allah'ı ve Allah'tan geleni hem kalbiyle ve hem diliyle tasdik eder. Bazısı da diliyle tasdik eder, kalbiyle yalanlar. Diğer bir kısmı da kalbiyle tasdik eder, diliyle yalanlar. Birincisi Allah ve insanlar yanında mümindir. İkincisi Allah katında kafir, insanlar yanında mü'mindir. Çünkü insanlar, onun kalbini bilmezler ve açıkta gördükleri ikrar ve görünüşe göre ona mümin demeleri gerekir. Kalbini bileceğiz diye kendilerini zorlamaları da caiz değildir. Üçüncüsü imanını gizlemek zorunda bulunduğu, kendini saklama halinde ise onu tanımayanlar nazarında kafir sayılır, Allah katında ise mü'mindir". Yine buyurur ki: "İman hakkında böyle kat'i tasdik, bilgi, ikrar, İslam dedim, bunu açıklamalıyım. Bunlar, çeşitli isimlerdir ve hepsinin anlamı yalnız imandır. Şu şekilde ki, "Allah Teala Rabbimdir." diye ikrar eden, "Allah Teala Rabbimdir." diye tasdik eder. "Allah Teala Rabbimdir." diye tam olarak bilir. "Allah Teala Rabbimdir." diye bilir, tanır ve "Allah Teala Rabbimdir." diye kalbiyle ve diliyle teslim olur ve hepsinin manası birdir." Daha sonra İmam-ı Azam, imanda bir fazla sevgi değeri bulunduğunu da şu şekilde anlatıyor: "Mümin Allah Teala'yı, O'nun dışındaki her şeyden çok sever. O derecede sever ki, ateşte yakılmakla Allah'a kalbinden iftira etmek arasında serbest bırakılsa yanmayı, iftiraya tercih eder(Ebu Hanife, el-Alim ve'l-Müteallim, s. 18 (İmam-ı Azam'ın beş eseri, Mustafa Öz tercemesi ile birlikte İst. 1992)). Fıkhu'l-Ekber'de de buyurmuştur ki: "İman, ikrar ve tasdiktir. Müminler iman ve Allah'ı birlemede eşit, amellerde farklıdırlar. İslam da o ilahi emirlere teslim olmak ve boyun eğmektir. Lügat itibariyle iman ile İslam arasında fark vardır. Fakat dinde, İslam'sız iman, imansız da İslam olmaz. Bunlar bir şeyin dışı ve içi gibidir. Din ise iman ve İslam ile beraber bütün şeriatın ismidir." (Ebu Hanife, el-Fıkhul-Ekber,s. 68. (Aliyyü'l-Kari şerhi ile, Mısır,1323)

İman, esasen masdar ve buna göre bir fiil olmakla beraber örfte ve dinde isim olarak da kullanılır ve o zaman iman bizzat bu fiil ile başlayan sabit bir durumu ifade eder. Bütün bunlardan da anlarız ki:

1. İslam dini, yalnız bir iman meselesi değildir. İman ve amellerin toplamıdır. Amellerle ilgili tatbikatı atıp da dinin bütün feyzini beklemek tehlikelidir.

2. Böyle olmakla beraber iman, amel demek değildir. Amelin farz oluşuna iman ile, o ameli yapmak birbirinden farklıdır. Müslüman amel ettiği için mü'min olacak değil, iman ettiği için amel edecektir. Şu halde amelini sırf aldırış etmeme ve küçümsemeden dolayı terk etmiş değilse kafir olmaz.

3. İslam dininin imanında esasen kalp ve vicdan işi olan bir esas bulunduğu şüphesiz olmakla beraber, Cenab-ı Hakk'ın isteği olan iman meselesi yalnız bir vicdan işi olmaktan ibaret değildir. O, tam bir insan gibi kalbin içinden başlayıp, bütün dışa yayılacak ve sonra kainata güzel ameller saçacaktır. Müslümanın imanı, aleme zarar vermeye sarf edilmiş olan baştan çıkarıcı düşünceler veya şeytanın dürtüleri değildir ki kalp ve vicdanda hapsedilmeye mahkum olsun. Müslüman ancak bir zorlayıcı zaruret karşısında imanını sadece bir vicdan işi olarak saklayıp hapsetmeye izinli olabilir. O da düşmanın kesin zorlayışına uğradığı zamandır. O zaman da nefsini feda ederek imanını hapisten kurtarması, imanını hapsederek kendini kurtarmasından daha faziletlidir. Ve bununla beraber ikisi arasında serbestiye sahiptir.

İşte bu ayette Cenab-ı Allah, kendisinden hakkıyla korkanları açıklamada اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ "onlar gayba inanırlar" ifadesiyle dinin iman kısmını özetledikten sonra amel kısmını özetleyerek buyuruyor ki:

وَيُق۪يمُونَ الصَّلوٰةَ "Ve namazı kılarlar." Yani belli olan namazı dosdoğru kılarlar ve devam ettirirler. Kur'an'da namaz hakkında "yüsallune", veya "sallu" fiillerinden çok وَيُق۪يمُونَ الصَّلوٰةَ ؛ اَقِيمُوا الصَّلوٰةَ ؛ حَافِظُوا عَلَي الصَّلَوَاتِ buyurulması dikkate değer bir husustur. Elbette, "namazı ikame ederler" demekte, "namazı kılarlar" demekten fazla bir anlam vardır ki bu, en az "doğru dürüst" yani "namazın şartlarına uymak, Allah'a boyun eğmek ve tevazu göstermek suretiyle güzelce kılmak ve hatta kıldırmak" manalarını ifade eder. Ve bunun için namazda ta'dil-i erkan (namazı erkanına uyarak kılmak) vacip olduğu gibi, özellikle namaz için iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak, namazın gereklerini tamamlamak için gayret sarfetmek de dinin lüzumlu gördüğü hususlardandır. Ana-babanın çocuklarına namaz terbiyesi; din kardeşlerinin birbirlerine tavsiye ve hatırlatması; amirlerin engelleri ortadan kaldırma ve imkanları tamamlama suretiyle beğendirmesi ve teşvik etmesi; Cum'a namazına ve cemaatle namaz kılmaya dikkat ve devam etmesi de bu cümledendir.

اِقَامَةٌ (İkame), "kıyam" veya "kıvam"dan "if'al" ölçüsünde olarak lügatta kaldırıp dikmek veya düzeltip doğrultmak veya kıymetlendirmek ve devam ettirmek veya dikkat ederek yapmak anlamlarına geldiğinden, namazla ilgisinde bu manaların birinden veya ortak noktalarından beliğ bir istiare yapılmış ve bunun için bir kelimelik يُصَلُّونَ "namaz kılarlar" yerine, iki kelimelik يُق۪يمُونَ الصَّلوٰةَ "namazı ikame ederler" ifadesi seçilmiştir. İlk önce "dikmek" veya "doğrultmak" manalarını düşünelim: Bu bize اَلصَّلاَةُ عِمَادُ الدّ۪ينِ "Namaz dinin direğidir." (Münavi, Feyzü'l-Kadir, IV, 248) hadis-i şerifini hatırlatır. Bu hadiste din, yüksek bir binaya benzetiliyor ve namaz aynı o binanın direği gösteriliyor ki, iman da o binanın temelidir. Buna "istiare-i mekniye" ve "istiare bi'l-kinaye" (kinaye ile istiare) denilir. Bu ayette de namaz cemaat ile kaldırılabilecek büyük bir direğe benzetiliyor ve onun güzelce dikilmesi veya doğrultulması suretiyle o yüksek binayı dinin inşa, koruma ve devam ettirilmesinin gereği anlatılıyor. Bir de bu binanın ilerde açıklanacak esasları, diğer kısımları, süsleme ve güzelliklerinin bulunduğuna işaret buyruluyor. Bundan dolayı "namaz kılarlar" demekle, "namazı ikame ederler" demek arasında ne büyük fark vardır. 

Hakikatte din gayet büyük ve kudsi bir binadır. Ve bu binanın kerestesi, malzemeleri, şekli ve planı (yani şeriat) bizzat Allah'ın yaptığı ve koyduğu bütündür. Ona uygun olarak inşası, kurulup meydana gelmesi ve içinde saadetle yaşanması da insanlara aittir. Temsilen (benzetme yoluyla) diyebiliriz ki, bu binanın mimarı Allah, baş kalfası Peygamber, amelesi ümmettir. Bu binanın temeli kalplerin derinliklerinde atılacak ve ağızlardan taşacak, direği tek başına namazlarla hazırlanacak, düzlenecek ve cemaat ile görünme meydanına dikilecek, sonra üzerine diğer kısımları inşa edilecektir. Fakat şurası unutulmayacaktır ki, bu bina cansız değil canlıdır. Bu, geçmişler tarafından bir kerre yapılmış olmakla sonradan gelenler, yalnız bunun içinde oturup kalacak değillerdir. O, bir canlı bünye gibi her gün yapılıp işletilecek, her gün büyüme ve inkişafına hizmet edilecektir. Bu bina ve direk benzetmesi bize İslam'ın sosyal durumunu ve bu konumda namazın kıymet ve yerinin önemini anlatıyor. Hakikaten cemaatle namaz İslam toplumunun direğidir ve bütün İslami teşkilatın binasıdır. Ve cemaatle namaz kılmak ve kıldırmak, o direği dikmektir. Tek başına kılınan namazlar da bu direğin hazırlanması ve düzlenmesidir. Dosdoğru, içi-dışı temiz ve muntazam olarak namaz kılmak, imanın büyüyerek bütün vücuttan fışkırması ve hayatın gidişatına muntazam ve doğru bir akış vermesidir. Bununla iç ve dış, mümkün olduğu kadar, temizlenir; kalp ve beden mümarese (alıştırma) ile kuvvetlendirilir. Herhangi bir kimsenin namazsız bulunduğu haliyle namazına devam ettiği halini karşılaştırırsanız, namazlı bulunduğu zamandaki ahlakını, herhalde yükselmiş bulursunuz. اِنَّ الصَّلوٰةَ تَنْهٰي عَن الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ "Muhakkak ki namaz kötü ve iğrenç şeylerden vazgeçirir." (Ankebut, 29/45) ayeti, bu gerçeği anlatır. Bu karşılaştırmadaki yanlışlıklar, ayrı ayrı şahısları mukayese etmekten doğar. Bazı hususta ahlaklı farz edilen namazsız, namazına devam ettiği zaman hiç şüphesiz ahlak ve maneviyatça daha da yükselir. 

Namazını kılan kimsenin hayatta en az dört kazancı vardır: Birincisi temizlik; ikincisi kalp kuvveti; üçüncüsü vakitlerin intizamı; dördüncüsü toplumsal düzelme. Bu faydalar, devam şartıyla, en resmi bir namazda bile vardır. Namazın büyük faydalarını hesap etmek mümkün değildir. Fakat en ufak ahlaki faydası bilfiil büyüklenmeyi kırmak, kardeşliğe hazırlanmak, Allah rızası için iş yapmaya alışmaktır. Bunun için namazda giyinebileceği en güzel ve en temiz elbisesini giymek ve kendine gurur vermesi düşünülen bu hal içinde örtülecek nice ayıpların bulunduğunu düşünüp, yüzünü yani alnını ve burnunu yerlere koyarak, kalbinde iman ettiği Allah huzurunda o kibir ve gururu kırarak defalarca secdeye kapanmak en mühim bir esastır. خُذُوا ز۪ينَتَكُمْ عِنْدَ كُلِّ مَسْجِدٍ "Her cami(ye gidişiniz) de güzel elbisenizi alın." (A'raf, 7/31). Namazda özellikle secdenin kibre olan bu mühim tesiri dolayısıyladır ki, kibirliler en çok namazın secdesine itiraz ederler. O süslü elbiseler içinde alınlarını Allah rızası için yere koyma zorunluluğu onların kibir damarlarına, sinirlerine pek fena dokunur. وَاِنَّهَا لَكَبِ۪يرَةٌ اِلاَّ عَلَي الْخَاشِع۪ينَ "Şüphesiz bu, (Allah'a) saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir." (Bakara, 2/45). Düşünmezler ki o süsler, o alınlar hep Allah'ın vergisidirler. Ve zamanı gelince o yağlı alınlar toza, toprağa karışacaktır. Hem o topraklar, o yerler o kadar hakaret edilmeye, devamlı olarak çiğnenmeye layık değildir. Zaman olur ki onlar için kanlar dökülür. Beşer hayatı oradan fışkırır ve onu fışkırtan Allah Teala'dır. O süslere, o bedenlere emek vermiş olan birtakım kulların da hakları geçmiştir. Şu halde o topraklara, o yerlere, toprak ve yer oldukları için değil, yaratıcısı olan Allah Teala'nın büyüklük ve ululuğu adına hakkıyla secdeye kapanıp, kibirden ve bencillikten sıyrılmak ve insanlar ile kardeşçe geçinmek için onların topluluklarına karışmanın pek kutsi bir görev olduğunu unutmamak gerekir. Namaz o kibir ve gururu kırarken, aynı zamanda insanın ruhi hürriyetine öyle bir yükselme verir ki bu yükselme en görkemli kralların huzurundaki saygı duruşundan çok yüksektir. Bunun için namaz mü'minin bir mi'racıdır. Yani onu beşeri olmanın sertliğinden, tek olan Allah'a ait arşa çıkartan bir merdivendir. Namazda bütün bir beşer hayatının şekli ve dereceleri dürülmüştür. Allah'ın huzurunda bulunmak, hazırlanmak, düşünmek, istemek, defalarca kalkmak, bükülmek, düşmek, rahat edip oturmak nihayet selam ve selametle işini bitirmek, insanı, bütün hayatın kademelerinden geçirterek, varlığın sırlarını, dünya ve ahireti düşündürerek Cenab-ı Allah'a kavuşturur ve büyük bir iman ve sevap ile yine aleme döndürür. Yine bir hadiste açıklandığı üzere "Namaz, İslam ile küfrün ayırıcısıdır".

Biz burada namazın dünyaya ve ahirete ait, maddi ve manevi, bütün faziletlerini ve faydalarını sayacak değiliz. Çünkü o sonsuzdur, sayılması mümkün değildir. Bunun bütün toplamı din dilinde "büyük sevap" adıyle anılır. Fakat burada namazın, imandan sonra nasıl bir ahlaki ve sosyal prensip olduğunu ve onun üzerine ne kadar büyük bir sosyal bina kurulacağını kısaca ifade etmek istedik. O büyük binanın direği işte öncelikle ferdi namazlarla hazırlanır, düzene sokulur ve cemaatle dikilir. Ondan sonra da geri kalanı yapılır. İşte "namazı ikame etme" tabiri bu mühim manayı çok açık bir şekilde ifade ediyor ve hidayete aday müttakileri يُصَلُّونَ "namazı kılarlar" diye değil, يُق۪يمُونَ الصَّلوٰةَ "namazı ikame ederler" diye tarif, vasf ve medh ediyor. Bunlardan anlaşılır ki, bunun mealinde "namaz kılarlar" tabiriyle yetinmek doğru değildir. Burada اَلصَّلوٰةُ» » kelimesinin "elif-lam"ı ahd içindir ki durumu ve sınırı bilinen "İslam namazı" demektir. Ve bu durum yani namazın nasıl kılınacağı, şartları ve rükünleri (namazın içindeki farzları), sünnet ve edepleri, mekruhları ve namazı bozan şeyler ile sıfat ve durumu صَلُّوا كَمَا رَاَيْتُمُون۪ى اُصَلّ۪ى "Namaz kılarken bende gördüğünüz gibi namaz kılınız."( Buhari, Ezan, 18; Edeb, 27; Darimi, 42; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 53) hadis-i şerifi gereğince, Hz. Peygamber'den görülen fiili, sözlü ve takriri olarak alınan sıfat ve niteliktir ki, bu nitelik ve durum ta başlangıçtan beri müslümanlar arasında amel ile kesin bir şekilde bilinir ve din kitaplarında yazılmıştır. Ve "yüsallune" buyurulmayıp da "ahid lamı" ile "yükimüne's-salate" buyurulmasında bu mana da açıktır. Yani "yükimüne's-salate", "dosdoğru namaz kılarlar" demek değil; "namazı, dosdoğru kılarlar" demek olduğundan gaflet edilmemelidir.

"Salat" kelimesinin Arap dilinde iki kaynağı vardır. Birisi genel olarak dua manasıdır ki, "Peygamber'e salat ve selam" dediğimiz zaman özellikle bunu anlarız. Diğeri «« الصَّلْوُ (salv) maddesinden gelen "salla" fiilinin masdarıdır ki, iki uyluğu hareket ettirmek demektir. Araplar bu manaca "salla" dedikleri zaman حَرَّكَ صَلْوَيْهِ "iki uyluğunu hareket ettirdi" manasını anlarlar. Aynı şekilde ضَرَبَ الْفَرَسُ صَلْوَيْهِ بِذَنَبِه۪ "at (veya kısrak) kuyruğuyla iki uyluğunu sağa sola çarptı" denilir. Salveyn uylukların başındaki iki tümsek kemiktir. "Salla" fiilinin bu hareket ettirme manasıكَفَّرَ الْيَهُودِيُّ tabirine benzer. Yahudiler birbirine selam ve saygı sırasında başını eğer ve kıçını oynatıp kasığına doğru bir yan bükerlermiş ve bu şekildeki selama Arapça'da "iki uyluğu hareket ettirme" manasına "tekfir" denirmiş. Buna göre "keffera'l-yahudiyyü", "Yahudi uyluklarını oynatıp bükerek reverans yaptı." demek olur. "Kafire" kıçdaki kaba ve tıknaz iki etin ismidir ve "kafireteyn" tesniye (ikileme)dir. Bu şekilde "iki uyluğu hareket ettirme" manasına "salla" da rüku (namazda eğilme) ve secdelerde yapıldığı gibi, bizim "belini eğmek" dediğimiz "iki uyluğu hareket ettirme" manasına kullanılırmış. Demek ki Araplar, hem yahudilerin yaptığı reveranslı baş kıç selamlarını tanırlarmış, hem de yerlere eğilerek "kandilli temenna" usullerini. İşte lügat bakımından (biri kalp ve dil işi olan dua, diğeri de bir bedeni hareket işi olan belli fiil) iki anlama gelen "salat" kelimesi, dinde Peygamberimizden görülegeldiği üzere kalbe, dile ve bedene ait fiiller ve özel esaslardan oluşmuş gayet intizamlı, kamil (eksiksiz) bir ibadetin ismi olmuştur ki, necaset (pislikler)ten temizlenme, hades (manevi pislikler)den temizlenme, setr-i avret (avret yerlerinin örtülmesi), vakit, niyyet, kıbleye dönmek adıyle altısı dışından başlayan şart; iftitah (başlangıç) tekbiri, kıyam (ayakta durmak), kıraet (Kur'an okumak), rüku (eğilmek), sücud (secdeler), teşehhüd miktarı (şehadet kelimesi getirecek kadar bir zaman) kade-i ahire (son oturuş) adıyle içinde yapılan altı esas olmak üzere en az on iki farzı; Fatiha, zamm-ı sure (Fatiha'ya eklenen sure), tadil-i erkan (namazın esaslarına hakkıyle uyma), kade-i ula (ilk oturuş) ve diğerleri gibi bir takım vacipleri; bunlardan başka birçok sünnetleri, müste-hapları, edepleri, mekruhları ve müfsidatı (namazı bozan şeyler) vardır. Sonra beş vakit ve Cuma gibi farz, vitir ve bayram gibi vacip ve diğer müekket sünnet ve gayr-i müekket sünnet, nafileler olmak üzere çeşitleri ve kısımları vardır ki, açıklaması fıkıh kitaplarına aittir. Cemaatle kılmak da Cuma'da farz, diğerlerinde vacip veya müekked sünnettir. Ve burada "salat"dan asıl maksat, farz olanlardır. "Salat" kelimesinin "lam" harfi ince de okunur, kalın da. Kalın okunmak itibariyle "vav"la yazılır, Verş kıraetinde de kalın okunur. 

O müttaki (Allah'tan hakkıyle korkan)ler sadece iman ile ve yalnız namazı dosdoğru kılmak gibi bedene ait ibadetlerle de kalmaz, mali (malla ilgili) ibadetlerde de bulunurlar. وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ Kendilerine nasip ve kısmet ettiğimiz rızıktan, maddi ve hatta manevi şeylerden az çok harç ve infak eder, Allah yolunda harcamada da bulunurlar.

مِمَّا idğam ile مِنْ مَا 'dır, "ma" kelimesinin Türkçemizde en güzel karşılığı "nesne"dir. Fakat biz bu kelimeyi kaybetmek üzere bulunduğumuzdan "şey" diyoruz. Gerçi "ma" genelde veya çoğunlukla "şey" manasına da kullanılabilirse de, asıl manası "akılsız olan şey" veya şeylerdir. Yani nesnelerdir. Akıllıya "men" denilir. Ve bunun için eskiden "ma" nesne, "men" kimesne (kimse) diye ayırt edilirdi.

"Rızık", aslında Arapça'da "haz" ve "nasip" anlamında isim olup, nasip etmek, rızıklandırmak manasında masdar dahi olur ki رَزَقْنَا»» (rızıklandırdık) kelimesi, onun fiilidir. Ve bu karine ile "ma" isim olan rızıktan ibaret olur. Ehl-i Sünnet'e göre şer'i manası da lügat manasının aynıdır ki, "Cenab-ı Allah'ın canlıya zevk ve faydalanma nasip ettiği şey" diye tarif edilir. Şu halde mülk olsun olmasın, yenilen, içilen ve diğer şekillerde kullanılmasından faydalanılan mallara uygun olduğu gibi evladı, eşi, gayret ve işi, ilim ve bilgileri dahi içine alır. Fakat hepsinde istifade edilmiş olmak şarttır. Bu faydalanma, dünyaya ve ahirete ait faydalanmadan daha geneldir. Buna göre dini ve dünyevi bilfiil faydalanılamayan mal, mülk, evlat ve aile, ilim ve bilgi rızık değildirler. Bu şekilde birşey, çeşitli faydalanma şekillerine göre farklı kimselerin rızkı olabilir. Fakat malından, gücünden, ilminden faydalanmayanlar rızıklanmış değildirler.

"İnfak", malın elden çıkarılması, harç ve sarfedilmesi demektir. Dini bakımdan farz, vacip, mendub kısımları vardır. Bu "infak" karinesiyle ya "rızık" mala tahsis edilmek veya "infak" mecaz yoluyla maldan başkasına da genelleştirmek gerekecektir. Açık olan birincisidir, fakat ikincisi de muhtemeldir. Şu halde ayetin bu kısmı, ilk bakışta zekat ve diğer sadakalar bağışlar, yardımlar ve vakıf gibi, fakirlere, diğer çeşitli hayırlara, aileye yardım gibi bütün mal ile yapılan ibadetleri içine alır ki, ilerde يَسْئَلُونَكَ مَاذَا يُنْفِقُونَ قُلْ مَآ اَنْفَقْتُمْ مِنْ خَيْرٍ فَلِلْوَالِدَيْنِ وَاْلاَقْرَبِ۪ينَ وَالْيَتاميٰ وَالْمَسَاك۪ينِ وَابْنِ السَّب۪يلِ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ خَيْرٍ فَاِنَّ اللّٰهَ بِه۪ عَل۪يمٌ "Sana (Allah yolunda) ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: 'Verdiğiniz hayır, ana-baba, yakınlar, öksüzler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Yaptığınız hayrı, muhakkak, Allah bilir." (Bakara, 2/215) ayeti gibi ayetlerle açıklanacaktır. İkincisi ilim öğretme ve diğerleri gibi manevi şeyleri de içermektedir. Bununla beraber bunların hepsinin başında, İslam'ın binasından biri olan zekat vardır. Ve bunun için birçok tefsirciler burada ilk önce ve bizzat kastedilen şeyin zekat olduğunu açıklamışlardır. Fakat kurtuluşun kendisine tahsis edilmesi bakımından, namazda olduğu gibi burada da farz olan infak kastedilmek gerekirse de, infakın farz oluşu yalnız zekata tahsis edilmediğinden muhakkıkin-i müfessirin (araştırmacı tefsirciler) bunu genelleştirme taraflısıdırlar. Ancak bu ortamda zekatın birinci mevkii işgal ettiği de unutulmamalıdır. Çünkü İslam binasının ikincisi de zekattır. Bir hadis-i şerifte de görüldüğü üzere "Zekat İslam'ın köprüsüdür."( Keşfü'l-Hafa, 439 (1416)). İslam'ın bir köprüsü, bir geçididir. 

Dinin, iman ile temeli atılıp, namaz ile direği dikildikten sonra, geçilecek mühim bir geçidi vardır ki, zekat işte o geçidi geçirecek bir köprü olmak üzere kurulacaktır. Çünkü dünya ve ahirette korunmak için yapılacak olan görkemli İslam binasının, dünyadaki "daru'l-İslam" (İslam yurdu), ahiretteki "daru's-selam" (esenlik yurdu)ın yapımı için birtakım mali masrafları vardır ki, bunlar mali ibadetler ile yapılacaktır ve bunun en zarurisini de zekat teşkil eder. Zira اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ "Ancak sana ederiz kulluğu ibadeti ve ancak senden dileriz yardımı, inayeti." (Fatiha, 1/5) diye bir tevhid üslubu içinde sadece Allah'a kulluk etmek ve kardeş topluluk ile namaz kılabilmek için safları doğrultmak ve o saflarda bir eşitlik duygusu ile devamlı bir şekilde bulunmak gereklidir. Bu ise, o toplum içinde günlük azıkla yetinme durumunda olan kimselerin kalmaması ile mümkün olur. Bir aç ile bir tokun bir safta kurşunla kenetlenmiş binalar gibi bir sevgi ve kardeşlik duygusuyla birbirine kalben perçinlenmesi kabil değildir. Şu halde cemaatin hakiki bir ibadet birliği içinde olması, gerçekten fakir ve kimsesiz olanların gözetilmesi ve çalışabileceklerin çalıştırılması için ilk önce zekat ve fıtır sadakaları ile, zenginlerle fakirler arasındaki uçurumu kapatarak bir sevgi bağının kurulması, hem de hepsinin mevlasının (efendisinin) Allah Teala olduğunu bildiren bir duygu ve iman ile kurulması büyük bir görevdir. Bu görevin, bu niyetle yapılmasında müslüman artık yalnızlığında beşeri bayağılıktan silkinecek, Allah Teala'nın bir halifesi (yani bir vekili) olmak rütbesini kazanacak ve elindeki malın Allah'ın malı olduğunu ve kendisinin onu, muhtaç olan Allah'ın kullarına ulaştırmaya görevli bulunduğunu anlayarak: "Al kardeşim, bu benim değil, senin hakkındır, bende bir emanettir, ben sana Allah Teala'nın gönderdiği şu çıkını, postalanmış koliyi teslim etmeye görevlendirilmiş bir dağıtıcıyım." diyerek, aynı şekilde alçak gönüllülüğü ile fakirin, sabırlı fakirin hakkını vererek kalbini okşayacak ve bununla o topluluğun mümkün olduğu kadar açıklarını kapatacaktır. 

İşte Kitap ve Sünnet'in araştırılmasına göre fıkıh usulü ve fıkha ait kitaplarımızın zekat görüşü özet olarak budur. Bu şekilde zekat, müslümanı, beşeri düşüklüklerden ilahi vekilliğe geçiren bir köprüdür. Namaz, hayat kademelerinden ilahi huzura çıkaran bir mi'rac olduğu gibi, zekat da o mi'racda alınan bir ilahi görevin köprüsüdür. Ve her müslüman, bu köprüyü yapıp geçmeye, yani zekat vermek için helal mal kazanıp zekat verecek dereceye çıkmaya çalışacak ve henüz verecek halde değilse, en az onun yüksekliğine iman ile dolu olacaktır. Yani müslümanın gözü, zekat almaya değil, vermeye dönük bulunacak ve ancak çaresiz kaldığı zaman zekat ve sadaka alabilecek ve tersi durumda aldığının haram olduğunu unutmayacaktır. Bu şekilde kurulan İslam toplumunun namazında ne büyük bir birlik kuvveti bulunacağı ve bunların o görkemli İslam binasını tamamlamak ve bitirmek için nasıl bir aşk ve şevkle çalışmaya atılacakları düşünülürse, İslam dininin esasındaki yükseklik ve bu ayetlerle o müttakilere verilen öğme değerinin önemi derhal anlaşılır ki, ilerde açıklanacak olan orucun da bu noktayı her kalbe hissettirmek için mühim bir terbiye özelliği bulunduğu açıktır. Görülüyor ki bu ayette İslam binasından, imandan sonra iki amel zikredilmiştir ve dinde bunlar diğerlerinden önce farz kılınmıştır: Namaz, zekat. Çünkü bunlar, bütün ibadetlerin aslıdırlar ve burada bilhassa anılmaları özelliklerinden dolayı değil, diğerlerinin çeşitliliğine işareti de içine alıcı olduklarından dolayıdır. Zira bütün ibadetler iki çeşide ayrılmıştır. Biri bedene ait ibadetler, diğeri de mala ait ibadetlerdir. Hac gibi hem bedeni ve hem de mali olan üçüncü bir kısım dahi bu iki değerin birleşmesidir. Şu halde namaz, bütün bedeni ibadetlerin asıl temsilcisi; zekat da bütün mali ibadetlerin asıl temsilcisidir. Ve bunlar imanın ilk müeyyidesi (yaptırımı) ve amel ile ilk gelişmesidirler. Buna göre bu ayet-i kerimede bütün iman prensipleri gaybde; bütün amellerin esasları da namaz ve infak (Allah yolunda harcama)da özetlenerek, İslam dininin ilmi, ameli, esasları ve dalları kısaca anlatılmıştır ki, bunlar Fatiha suresinde اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ "Ancak sana ederiz kulluğu, ibadeti ve ancak senden dileriz yardımı, inayeti." (Fatiha 1/5) antlaşmasıyla doğru yol ve en son "hamd" başlığında toplanmış idi. Bundan sonra gaybda özetlenen imana ait esaslar vahiy ve nübüvvet (peygamberlik) meselesi olması bakımından bir derece daha açıklanarak buyuruluyor ki; وَالَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِمَآ اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَآ اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ ve o müttakiler ki, hem sana vahiy ve inzal edilen (Bir cismi yukarıdan aşağıya indirmek demek olan inzal, şer'i dilde manaların ve Kur'an hakkında söz ve mananın, Allah tarafından Resulullah'a vahy edilmesi manasında şer'i bir gerçektir. Allah'ın ilim ve kudreti, her şeyi kuşatmış ve her şeyin başlangıcı olduğuna göre Arş'ın üzerinde mertebe bakımından yüksek ve ona nispetle peygamberin kalbi alt taraf olduğundan vahye, inzal ve tenzil denmiştir. Zaten marifet açısından bakıldığı zaman her ferdin vücudu, kainat çevresi içinde bir yer ve kalb onun merkezidir. Dış alemdeki bilgiler, o merkeze çevreden ve gök ufkundan inerek gelir. İç alemdeki bilgiler de merkezden çevreye yükselir. Peygamberle ilgili vahiy ise, peygamberin kendi vücudundan, kendi kalbinden çıkan fikirler, temenniler, dua ve münacat ve hitaplar cinsinden olmayıp, dış alemden kalbine doğru gelen, melekler alemine ait güçlü bir tesir olduğu için bunun hakkında inzal, tenzil, nüzul tabiri özellikle bu gerçeği de hatırlatır. Peygambere gelen vahyin, ilhamlardan ve normal hadiselerden farkını sırası geldikçe görürüz. (Müellif)) ve edilmekte olan Kitap ve şeriata, hem de senden önce vahiy ve inzal edilmiş bulunan (yani Tevrat, İncil, Zebur, Suhuf gibi) kitaplara iman ederler ki, bu iman da Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğine ve bütün geçmiş peygamberlerin peygamberliklerine iman ile mümkündür. Çünkü habere iman, haber verene imana bağlı bulunduğu gibi, onlara tüm indirilenlerden birisi de peygamberlikleri davasıdır. 

Önceki ayet, bütün müslüman müminler; bu ayet de önce Ehl-i kitaptan olup da müslüman olan müminler hakkında indi deniliyor. Bununla beraber böyle olması iki ayetin birbirini tamamlayıcı ve açıklayıcı olmasına engel değildir. Ve geçmişe iman, geçmişi hikayeden ibaret zannedilmemelidir. Şu halde bütün inzal edilmiş kitaplara ve geçmiş peygamberlere, esas itibariyle iman da, İslam iman ve inancından bir parçadır ki قُولُوآ اٰمَنَّا بِاللّٰهِ "Allah'a inandık deyiniz..." (Bakara, 2/136) gibi ayetlerde bu durum açıklanacaktır. Bunun için Müslümanlık bütün semavi dinlerin şahididir. Zira imana ait meselelerde nesih (iptal etme) yoktur, tamamlama vardır. Nesih, amele ait hükümler itibariyle cereyan eder. Bu ve benzeri Kur'an ayetleri ve Peygamber'in sünnetleri bize özellikle şunu gösterir ki, Müslümanlık dini geneldir. Bütün insanları içeren ve vahye dayanan dinlerin hepsine hürmetkar bir dindir. Diğer dinler ise tabi bulundukları bayrak altında, din işleri bakımından, kendilerinden başkalarını yaşatmazlar, vicdanlarının sınırı dar ve kısadır. Bunlar, kendilerinden başkasına hayat hakkı tanımamayı dinin gereği bilirler. Tanırlarsa yalnız politik bir zorlama ile tanırlar. Yakın zamanlara kadar hıristiyan devletlerin içinde kendilerinden başka bir millet yaşattığı görülmemiş ve bu sebeple bunlar başka dinden olan kavimlere hakim olamamıştı. Son zamanlarda bu vicdan darlığındaki politik hastalığı gören Avrupa devletleri Katoliklik ve Protestanlık kavgalarından doğan bir vicdan hürriyeti davasıyla Fransız inkılabından sonra liberallik, laiklik ve insanlık kelimeleri altında Hıristiyanlık kelimesinden sapmaya doğru yürümüş ve o zamandan beri diğer milletler üzerinde hükümet kurmaya yol bulabilmişlerdir. Fakat bu kelimeler olumlu ve merhametli, genel bir hak vicdanı kurulmasını değil, dinsizliğe ve bencilliğe doğru olumsuz bir gidişi hedef aldığından, ilme ve sanayiye ait gelişmelerini gerçeğe bağlayacak yerde, insanlığı haktan uzaklaşmaya, vicdansızlığa ve ihtiraslara sürüklemiş ve sonucu da İslamiyet'in gösterdiği gerçek ve olumlu hürriyet hakları ile insanlığa temin ettiği ve yaydığı gerçek evrensel hayattan uzaklaşmak ve hayatın ızdıraplarını artırmaktan ibaret olmuştur.

Bu bakış açısıyla denilebilir ki, şimdiki insanlar, Peygamberimizin gönderildiği zamanda olduğu gibi, İslam'ın nurunun genel bir gelişmesini ve herkesin selameti için, gerçeğin bütün insanlık üzerinde kuvvetli bir egemenliğini görmek derdiyle kıvranıp çabalamaktadırlar. İnsanlığın şimdiki sapıklığı, beşeriyetin doğru üzerinde egemen olması fikrinde toplanıyor. Bu ise, insanlar arasında en kuvvetli görünenlerin "tapılan bir yaratıcı" gibi kabul edilmesine sebep oluyor. Bu, tutkuların kuvvetlenmesiyle hukukun (hakların) çiğnenmesini, herkesin selamet ve emniyetinin bozulmasını doğuruyor. Halbuki insanın saadeti gerçekte insanlığın hakka egemen olması davasında değil, hakkın insanlığa egemenliği esasındadır. Ve İslam'ın eşit yaşamak için اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ "Ancak sana ederiz kulluğu, ibadeti ve ancak senden dileriz yardımı, inayeti." (Fatiha, 1/5) antlaşmasıyla öğrettiği "yaratılış kanunu" da budur. Şu halde insanlık, ya hakka (doğruya) üstün gelmek davasıyle ihtiras ve ızdırap içinde birbirini yiyip gidecek veya Hak Teala'ya iman ile O'nun mutlak egemenliğine uymak için İslam dinine ve Muhammed (s.a.v.)'in bildirilerine sarılacaktır. Hakk'ı, insanın emri altında gören dar vicdanların kurtuluşa ereceklerini ve beşeriyetin dairesi için bir olumlu kutup olabileceklerini zannetmek ne büyük hatadır! Büyük vicdanlar, Hakk'ı bir bilir ve Hak'tan gelenin hepsine, her birinin kendi derecesine göre kıymet verir. İşte İslam'ın kalbi, bu büyük iman ve vicdanın sahibidir. O, herkese bu imaniyle göğsünü açar. Bütün beşer vicdanını bu genişlik ve anlayışlılıkla hakka yaklaştırmaya çalışır. Bunu kavrayamayan, bu yüksekliğe eremeyenleri de hakkın birlik ve kapsamına saldırmamak ve hakka az çok uymayı kabul etmek şartıyle kendi dini sahalarında hür tutarak göğsünde yaşatır ve onların yaşama haklarına hürmeti de yalnız görünüşe has bir siyasetin değil, gerçek dinin gereği bilir.

Gerçekten وَبِاْلآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ "Ahirete ait kuvvetli bilgi sahibi olacak olanlar da ancak bunlardır, bu genişçe imana sahip olanlardır." Mesela "Hazreti Musa peygamberdi ama, İsa değildi; Tevrat, Allah'ın kitabıdır, İncil değildir; yahut Musa ve İsa (a.s.) peygamber idiler, ama -haşa- Muhammed (s.a.v.) değildir; olsa bile bizim değil, Araplar'ın peygamberidir; Tevrat ve İncil Allah'ın kitabıdırlar, fakat Kur'an değildir." gibi sözlerle Allah'ın peygamberlerini farklı gören, kimine inanıp kimine inanmayarak Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğini ve ona inen Kitap ve dini tanımayanların ahiret hakkında birtakım zanları, bazı kanaatları bulunsa bile yakinleri (kuvvetli bilgileri) yoktur. Gerçi her felsefede, her dinde bir ahiret fikri vardır. Fakat bunların çoğu delilsiz birtakım emellerden, ideallerden ibaret kalır. Çünkü meseleler ve ahiret yolunun varlığının imkanı akıl ve kalp ile her zaman sabit olursa da, gerçekleşmesinde akli delil, varsayımlar ve kalbi temenniler yeterli değildir. O ancak Allah tarafından gelen saygıdeğer peygamberlerin sadık haberleri ile bilinebilecek gayba dair haberlerdendir. Bunu sona erdiren ve tamamlayan ise peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafa (s.a.v.)'dır. Şu halde peygamberlere iman etmeyenlerin, ahirete doğru imanları olamayacağı gibi, geçmiş peygamberlere iman edenler bile son peygambere ve ona indirilen Kitap ve şeriata iman etmedikçe, ahiret hakkındaki iman ve kanaatleri yakin (kesinlik) derecesini bulamaz; hak vakıa (olgu)ya uygun olamaz. Mesela Yahudiler: "Cennete ancak yahudi olanlar girecektir." (Bakara, 2/111) ve "Bize cehennem ateşi olsa olsa sayılı birkaç gün dokunacaktır." (Bakara, 2/80) derler. Hıristiyanlar da aynı sözü kendileri hakkında söylerler. Kendilerinden başkasına dünya ve ahirette hayat ve saadet hakkı tanımazlar. Ve sonra cennetin nimetleri, dünya nimetleri cinsinden midir? Devamlı mıdır, değil midir? O, bir ruhun ebedi olması meselesi midir, değil midir? diye ihtilaf ederler. Halbuki Allah'ı bir bilip, bütün peygamberleri tasdik ve ahir zaman peygamberinin peygamberliğine ve ona indirilen Kitap ve şeriate de iman ettikleri zaman şahsi ve kişisel olan o gibi bozuk kanaatları, gerçeğe uymayan inanışları Muhammed (s.a.v.)'e ait tebliğlere imanla gider de, ahiret hakkında gerçeğe uygun kuvvetli bilgi elde ederler. 

Dünya hak, ahiret de hak, hayat hak, ölüm ve kıyamet de hak, öldükten sonra dirilmek de var. O da hak, haşir (kıyamet günü toplanmak) hak, sual hak, hesab (hesaba çekilmek) hak, mizan (tartı) hak, sırat hak, sevap hak, ıkab (ceza) hak, cennet hak, cehennem hak. Ve hepsinin üstünde rıdvan-ı ekber (en büyük Allah rızası) ve Allah'ın cemalini görmek de hak, Allah'ın izniyle müminlere şefaat da hak; cennet ebedi, cehennem de ebedi. Bununla beraber o ebedi cehenneme girdikten sonra kurtulup çıkacak ve nihayet cennete gidecek olanlar da var. Ahiret nimetlerinde, dünya nimetlerine benziyenler de var, dünyada görülmedik, işitilmedik, hatıra gelmedik şeyler de var. Şu fark ile ki, ahiret nimetleri sonsuz ve elemsiz. Dünyanın ilmi kanunları, ahiretin bütün incelikleriyle ayrıntılarını anlamaya elverişli de değil. Onu hakikatiyle bilmek, hakkın (gerçeğin) temelini bilmeye bağlıdır. İlmin kanunları, bize onun akla uymayan bir imkansızlık olmadığını ve nihayet mutlak bir gayb aleminin bulunduğunu ve bugünün her halde bir yarını olduğunu ve ona hazırlanmamızın gereğini isbat eder ve anlatır. Fakat o yarının nasıl olacağını ancak Allah bilir ve gaybtan haberi olan şerefli peygamberler haber verebilir.

"Ahiret" kelimesi esasen "ahir" kelimesinin müennesi (dişili)dir ki, "son" ve "sonraki" manasına sıfat iken şeriat dilinde "ahiret yurdu" ve "ahiret hayatı" ve "ahiretin neş'eti" tamlamalarının hafifletilmişi, kısaltılmışı olarak isim olmuştur. Karşıtı olan "dünya" kelimesi de böyledir. "Ahiret", kah "dünya" ve kah "ula" (ilk) kelimesinin karşıtı olarak kullanılır. Ahiret yurdu tam bir hayat, ebedi hayattır. Tam hayatı insanların kimisi yalnız akli ve ruhani kabul eder, kimisi de duygusal ve cismani (bedene ait). Fakat gerçeğini henüz bilmediğimiz hayatın bizce kemali (olgunluğu), hem akli ve hem hissi oluşundadır. Kur'an'ın bize bildirdiği ahiret hayatı ise "hayatın en mükemmeli" olduğundan biz ona inanırız, felsefi derinlikleriyle uğraşmayı lüzumsuz sayarız. Ben, "ben" dediğim zaman ruh ve bedenimin birliği noktasına basıyorum ve hayatı da bunda biliyorum. Gayb aleminin bugünkü görünen alemden sonsuz derecede geniş ve mükemmel olduğunu biliyoruz ve her halde yarın için daha üstün bir hayatın muhakkak olduğu kuşkusuzdur. Buna "acaba!" diyenler kalpleri kör olanlardır. Maddemiz erir, genel maddeye karışır; kuvvetimiz dağılır, genel kuvvete karışır, hepsi erir Hak Teala'ya döner. Önce Allah'tan kendime geldim, yine Allah'a gideceğim. Gidersem, Rabbımın bir aleminde daha niçin kendime gelemiyeyim? Niçin rahmetlerine eremiyeyim? Hemen Cenab-ı Hak güzel sonuçlar nasip etsin. Felsefenin, "olan yine olacaktır" diyen "ıttırat = uyum, ritim" kanunu, "illiyyet = nedensellik" kanunu bile bu kat'i bilgimi zaruri kılmaz mı? Peygamber efendimizin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Şaşmak, bütün şaşmak ona ki Allah'ın bütün halkını (yarattıklarını) görüp dururken Allah hakkında şüpheye düşer. Şuna şaşılır ki ilk doğuşu tanır da, son doğuşu inkar eder. Şuna da şaşılır ki, her gün, her gece ölüp dirilip dururken öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkar eder. Şuna da şaşılır ki, cennete ve cennet nimetlerine inanır da yine aldatıcı dünya için çalışır. Şuna da şaşılır ki, başlangıcının bulaşık bir nutfe (sperme), sonunun çirkin bir leş olduğunu bilir de yine büyüklük taslar ve öğünür." (Fahru'r-Razi, a.g.e., II, 37)

Bu hadis, ahiret hakkında ilim ve fen açısından başlıca iki gerçeği gösterir. Birincisi ilk doğuş ve son (doğuş) deyimiyle, hem ahiretin gerçekliğine ve hem devamlılık ve tekrar etme kanununa işarettir. İkincisi dış görünüşü ile uyku ve uyanıklığı gösteren her gün, her gece ölüp dirilmek meselesidir ki hayatın hakikatı ve ahiretin hakikatı açısından çok önemlidir. Biz her gün gıdaya, uyuyup uyanmaya niçin muhtaç oluyoruz? Çünkü bedenimiz, bedenimizin kısımları her gün ve hatta her saat, her an devamlı bir şekilde ölüyor ve yerine yenisi yaratılıyor ve bu yaratılış işi olurken biz uyuyoruz. Bunun için uyku sadece görünürde değil, gerçekten de bir ölüm oluyor. Çıkardığımız bütün salgılarımız, bedenimizin kısımlarının cenazeleridir. Demek ki hayat, ancak benzerlerin yenilenmesi ile yeni yaratma sayesinde devam ediyor. Devam eden nedir? Benim birliğim nedir? Bu da bir ıttırad (ritim) kanunu, benzeyiş ve gelişme görüntüsüdür. Bundan dolayı, dünyaya ait hayatımın zamanı, esasında benim ruhumun ve cismimin sabit olması değil, Allah'ın yaratması ve baki kılmasıdır. Ve işte ahiret hayatı da böyledir.

Bazı Batı filozoflarının iddia ettikleri gibi "yakin" yalnız zaruri ve huzuri ilim demek değildir. Yakinin dereceleri vardır. Mesela matematik bilgileri, mantık bilimine ait sonuçlar yakini ve zaruri olduğu gibi, normal ve tecrübeye dayanan ilimler, tabiat ilimleri yanında Kimya ve Fizik ilimleri zaruri olmayarak yakinidirler. Ancak bunların tecrübe edilmiş olaylarından yanlış istidlaller ile sonuç çıkarılan özel görüş ve varsayımların hepsi yakini değildir. Aynı şekilde Hayat Bilgisi, Tıb ve benzerleri henüz yakini değildir. Bu sebeplerden dolayı uçakları yaparız, fakat bir çimeni, bir böceği, serçenin bir tüyünü yapamayız. Acaba mümkün değil midir? Mümkün olmasaydı vücuda gelmezdi. Allah Teala onları öncelikle ve bizzat ve sonra maddeleri, tohumları aracılığıyla yarattığı gibi, bizim elimizle de yaratabilir. Nitekim peygamberlerin ellerinde yapabileceğine dair örnekler de gösterdiğini Kur'an haber veriyor. وَاِذْ تَخْلُقُ مِنَ الطّ۪ينِ كَهَيْئَةِ الطَّيْرِ بِاِذْن۪ي فَتَنْفُخُ ف۪يهَا فَتَكُونُ طَيْراً بِاِذْن۪ي "Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyor, içine üflüyordun, benim iznimle kuş oluyordu." (Maide, 5/110). Bunun için ilimlerin ve tabiat ilimlerinin, bizim, Allah'ın kudreti hakkındaki kesin inanışımızı ve imkanın kendisi hususundaki imanımızın genişliğini yıkacak değil, kuvvetlendirip genişletecek deliller olarak kabul edilmesi gerekir. Fenleri kendi sınırları içinde takip etmeli ve geliştirmeliyiz. Fakat onlara inanırken, hiçbir zaman Allah'ın kudretini terkettik, dünya ve ahireti bitirdik zannetmemeliyiz. Normal yakinlere, zaruri yakinleri feda etmemeliyiz. Biz var isek, bizim ilmimiz varsa, Allah Teala ve O'nun ilim ve kudreti daha önce var. Bugünkü görülen alem varsa, yarınki gayb alemi de tabiatiyle vardır. Bugün olmayanlar, yarın olur. Bugün inanmadıklarımıza yarın inanmak mecburiyetinde kalırız. Hiç yanılmamak, hiç şaşmamak, sonsuz ümitsizliğe düşmemek istiyorsak hiçbir hadisenin yıkamayacağı, hiçbir şüpheciliğin yıkamayacağı en hak ve en temelli esaslara iman etmeliyiz ki, kesin iman dairemiz daralmasın; ilim ve fenni boğmayalım; imkan sahasını kısıtlamayalım; mümküne, imkansız demeyelim; hayır yerine şerre koşmayalım; imkansız zannettiklerimizin imkanını, hatta ortaya çıkışını gördüğümüz zaman perişan oluruz. Sudan ateş, ölüden diri çıkar mı? Allah'ın izniyle çıkar. Hayat yapılır mı? Allah'ın izniyle yapılır. Göklere çıkılır mı? Allah'ın izniyle çıkılır. Kabirde soru sorulur mu? Allah'ın izniyle sorulur. Ölen dirilir mi? Allah'ın izniyle dirilir. Fakat "İki kere iki, tek olur mu?" Olmaz. Bir şeyin parçası kendisinden büyük olur mu? Olmaz. İlletli illetini geçer mi? Geçmez. İnsan bizzat yaratıcı ve bizzat mabud olabilir mi? Olamaz. O, Allah'ın izniyle, kuş da yapsa, ölüleri de diriltse yine kuldur, yine kuldur. Bütün imkanlar, Allah'ın kudretindedir. Ve istikbal (gelecek) dediğimiz zaman sonsuzdur ve o sonsuzda bizim nice başımıza gelecekler ve sorumluluklarımız olacaktır. Ve işte Hazreti Muhammed (s.a.v.) bize mutlak olan bu tam imanı, bu tevhid inancını ve buna göre güzel işler işlemeyi öğretmek için gönderilmiştir. Ona iman edenler hiçbir zaman aldanmazlar, her zaman yakin (tam iman)e sahip olurlar.

« اُولٰۤئِكَ » اُولاَءِ kelimesi "işaret ismi" çoğul, "za"nın çoğulu, "ك" hitap harfidir ki ذٰلِكَ "" gibi önce Peygamber'e has hitap, ikinci olarak genel hitap olabilir. Meali: "Sana söylerim bunlar, o gördüklerin, o vasıflarını işittiklerin" demektir. Yani, ya Muhammed! Böyle kalbe ait olan ve sadece görünene bağlanmayıp aklın anlayabileceklerine dahi topluca iman ve tasdik ettiği bedeni ve mali ibadetleri yerine getirmekle, duyma yolundan başka imkan olmayan hususlara da genişçe, detaylarıyla iman etmek ve edebilmek kabiliyet ve üstünlüklerini toplayan o müttakileri işittin ya, işte bunlar عَلٰي هُدًي مِنْ رَبِّهِمْ kendilerinin Rabbi tarafından, (Burada "Rableri" demek uygun olmuyor. Çünkü bu « رَبَّهُمْ » ün tercemesi olabileceği gibi «اَرْبَابِه » nin tercemesi de oluyor. Bunda ise şirk şüphesi bulundu-ğundan münasebetsiz oluyor, uygun düşmüyor. ( Müellif)) onların tek Rabbi olan Allah Teala tarafından gelen bir hidayet (doğru yol) üzeredirler. Yani onun hidayetine aday ve o hidayet üzere yürüyecek olan ve yürümekte bulunanlar, derecelerine göre onlardır. Doğru yola uymayı bunlar dinler, derece derece doğruyu yapmaya bunlar erer. اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَ "Bizi doğru yola ilet." (Fatiha, 1/6) diyecek olan veya diyenler bunlardır. Bunun sözlü ve fiili cevabını alacak ve doğru yolda yürümede başarılı olacak olanlar yine bunlardır.

وَاُولٰۤئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ Ve işte herkesin fikrinde ve zikrinde "müflihun müflihun" diye duyup andıkları ve fakat tayin edemedikleri bahtiyarlar, ciddi ve ebedi olarak kurtuluşu bulanlar, bulacak olanlar, gazab ve sapıklıktan kurtulmuş olarak Allah'ın ebedi nimetlerine erecekleri kat'i olanlar, ancak bunlar, bu hidayet üzere bulunanlardır. Allah ve Peygamber tanımayanlar değil, yalnız önceki peygamberlere iman etmiş olanlar da değildir. İman edip beden ile ve mal ile ibadet ve güzel işler yapmayanların halleri de tehlikeden uzak değildir. Bunların kurtuluşları mümkün olsa bile tam ve kamil değildir. Madem ki, imanları vardır, ilahi rahmet ile kurtuluşları kabil ise de olağanüstü kabilindendir, Allah'ın sünneti değildir. Bununla beraber onlar hakkında imansızlar gibi sonsuz ümitsizlik de caiz olmaz. Zira Allah katında imanın zerresi de kaybolmaz.

"Müflih", "iflah"dan "felah bulan, kurtulan" demektir. "Felah" aslında "felahat" gibi "yarmak" manasıyle ilgilidir ki, önündeki engeli yarıp, kendini kurtarmak ve istediğine ermek yani zafer bulmaktır. Müminler de dünya, tabiat ve şehvet engellerini yarıp, gaybda gizlenen dileklerine eren ve ahirette sonsuz kurtuluşu bulanlar olacaktır. Arap dilinde böyle haber "elif lam" ile "belirli" olursa "tahsis" ifade eder. Burada "hüm = onlar" zamir-i fasıl (ayırma zamiri) denilen bir kelimedir ki, haber ile mübteda arasını sıfattan ayırır. Mühim bir hüküm bağlayıcısıdır. Bundan da bir kasır (tahsis) anlaşılır. Açıkladığımız mana bu tahsislerle tarifin manasıdır. Benzerlerinde de uygulansın. Bu gibi tariflerde iki çeşit anlam düşünülür. Birincisi: Öteden beri "müflihun" vasfıyla şöhret bulmuş birtakım belirsiz kişiler vardır, bunları duyarsınız, fakat tayin edemezsiniz. Eğer duydunuzsa, işte bunlar ancak o müttakilerdir. İkincisi: Eğer duymadınızsa, bu kavramı iyi tasavvur ediniz ve gerçeğini araştırınız ve araştırdığınız zaman biliniz ki bunlar ancak onlardır, demek olur. « اُولٰۤئِكَ » 'nin tekrarı, hidayet ile felahın ayrı ayrı birer haslet olduklarına işarettir. Aradaki atf (bağlama)ın "vav" ile yapılması da hidayet ile felahın anlayış ve maksat bakımından ayrılıklarına işarettir diyorlar. Bununla beraber birinci « اُولٰۤئِكَ « o imanları yapan müttakilere, ikinci de عَلَى هُدًي مِنْ رَبّهِمْ "kendilerinin Rabbi tarafından bir hidayet üzeredirler." sınırlamasından sonra onlara dönmüş olması ve bundan dolayı mana bakımından tekrar bulunmaması daha uygundur. Görülüyor ki, hidayetin müttakilere tahsisi yoktur ve fakat felahın hidayettekilere tahsisi vardır ve bu nokta mühimdir. Düşün. Sonra felahın hidayete, hidayetin takva (Allah'dan çok korkma)ya ait olması da illiyet (nedensellik) yoluyla değil, adet yoluyla sürdüğüne ve gerçekten hükmünü yürüten Allah Teala'nın lütuf ve rahmeti olduğuna işaret için arada «فَاء»harfi gibi sebeb ifade eden bir harf geçmemiştir.

Kur'an işte derece derece bu müttakilere hidayettir. Acaba burada niçin "hüden li'nnas = insanlar için bir hidayettir." Denilmedi de "hüden li'l-müttakin = müttakiler için bir hidayettir." denildi? diyeceksin. Çünkü: